YAŞAR İLKSAVAŞ
YAŞAR İLKSAVAŞ

 

 

1970’lerden bu yana tiyatro ile ilgili yazılar, eleştriler yapmaktayım. Ve yine 1970’lerden bu yana tiyatromuzun yaşadığı sorunların hiç değişmediğini, hattâ giderek arttığını görmekteyiz ne yazık ki. Bugün de tiyatromuz birçok sorunla boğuşmasının yanı sıra ödenekli tiyatrolarımız da yok edilmek üzere. Heykellere “ucube” deyip dozerlerle yıktıran bir zihniyetin sanata, yapısı gereği genellikle muhalif olan tiyatro sanatına sahip çıkmasını beklemek bence safdillik olur.

yalnız bırakılmış tiyatromuz

Şöyle geriye dönüp baktığımızda, 60’lı yılları özel tiyatroların sayıca hızla arttığı, seyirci ilgisinin yoğun olduğu en parlak dönem olduğunu görürüz. Kimi tiyatro insanı bunu büyük ölçüde özgürlükçü anayasanın varlığına bağlamakla yetinmiştir. Oysa bu kolaya kaçmaktır kanımca. O dönem, amatör tiyatro şenliklerinin, öğrenci federasyonlarının düzenlediği uluslararası amatör tiyatro şenliklerinin, sokak tiyatrolarının yapıldığı, genç bir seyirci potansiyelinin yetiştiği, bu etkinlikler sayesinde basının tiyatroya ilgiyi hep sıcak tuttuğu, tutmak zorunda olduğu dönemdir. Bir anlamda bu şenlikler tiyatroya karşı kitlesel bir heyecan yaratmış, seyirci ve sanatçıda yaratılan bu heyecanla tiyatro  hızlı bir aşama kaydetmiştir. Özel tiyatroların en yeni, en çağdaş oyunları oynadıkları yıllar da bu döneme rastlar.

Kısıtlama ve yasaklamar da önce bu şenliklerden başladı. İstanbul Liselerarası Tiyatro Örgütü (İLTÖ) adı altında gerçekleştirilmiş olan şenlikler yasaklandı. Sonra çeşitli girişimlerle bu şenliklere izin verildi seksenli yıllarda. Ama “Örgüt” adını kullanmak kesinlikle yasaktı. Şenliğin adı İstanbul Liselerarası Tiyatro Şenliği (İLTİŞ) oldu. Bu şenlik de sessizce bitirildi birkaç yıl sonra.

Yıllarca özel tiyatroların sorunları konuşuldu, tartışıldı. Salonsuzluk, parasal sıkıntılar, seyirci eksikliği vb… Aynı sorunlar hâlâ devam etmekte. Yerleşik salonu olan kaç özel tiyatromuz var bugün? Hemen hepsi AVM’lerin, Kültür Merkezleri’nin salonlarında yer buldukça oynuyorlar oyunlarını. Tiyatro salonlarımızı yok ettik. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun o güzelim salonu yandı, Yeni Komedi Tiyatrosu’nun yerinde mağazalar var, Gen-Ar Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Ümit Tiyatrosu’nun… yerinde yeller esiyor; Ferhan Şensoy olmasaydı nice operetlerin sahnelendiği, Kenterler’in, Dormenler’in oyunlar sergilediği Ses Tiyatrosu çoktan yok olmuştu. Evet, gençlerimizin büyük riskler alarak kiraladıkları salonlar var. Bunlar tiyatroya gönül vermiş gençlerimizin kiraladıkları, kimi bir işyerinin bodrum katında, kimi bir işhanının teras katında, kimi bir apartmanın ikinci katında yer alan, bir dairenin ya da bir işyerinin tiyatro salonuna döndürülmüş otuzla yetmiş kişi kapasiteli salonlar. (En çağdaş oyunlar da bu salonlarda gerçekleştiriliyor.) Ama bu salonların doğal olarak ne geniş sahneleri var, ne ışıklandırma olanakları, ne de sofitaları. Özel tiyatroların salon sorunu var da Devlet Tiyatroları’nın yok mu? Yeni salonlar bir yana, varolanlar da yavaş yavaş kapatılıyor. Geçmiş yıllarda izlediğimiz o görkemli müzikalleri, My Fair Lady’leri, Kiss Me Kate’leri, Damdaki Kemancı’ları… sahneleyebilecek bir salonları yok İstanbul’da. Bunların oynandığı AKM’nin restore edileceği güvencesi verimişti, şimdi AKM çürümeye bırakılmış durumda. Hoş, artık Devlet Tiyatroları’nın da böyle bir çabası yok zaten. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın da durumu içler acısı. Kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya olan , oyun seçimlerinde üstlerindeki baskıyı sürekli hisseden, açıkça belli olan bir otosansürle suya sabuna dokunmayan oyunlar seçmeye yönelen, belki de seçmek zorunda olan bu kurumlardan ne bekleyebiliriz? Şimdilerde İngiltere örneği bir Sanat Konseyi modelinden söz ediliyor. Ne güvence verilirse verilsin bu modelin bizde destekleyici olmaktan çok denetleyici olacağından hiç kuşku yok.Zaten şu anda bile bu tiyatrolar sanki gizli bir “sanat polisi”, “bir ahlâk polisi” tarafından denetleniyor gibi. Devlet Tiyatroları’nın en düzeyli yapıtlarından biri olan “Çirkin” nereden çıkartıldığı belli olmayan bir “ensest” suçlamasıyla yasaklanmadı mı? Oyunların ahlâka aykırı olmaması ne demektir? Ahlâk nedir? Oyunlar kimin ahlâk anlayışına uyacaktır?…

Şehir Tiyatroları’nda yerli oyunlara ağırlık verildiğini görüyoruz. Tiyatro yazınımızın desteklenmesi güzel bir şey elbette, ama izlediklerim arasında düzeyli oyun sayısı yok denecek kadar az. “Kahvede Şenlik Var”, “Taziye”, “Evcilik Oyunu”, “Ayak Bacak Fabrikası”, “Bozuk Düzen”… düzeyinde kaç yerli oyun seyrettik Şehir Tiyatroları sahnelerinde?

Tiyatro yazınımızın sorunu salt yerli oyun yazarı yetişmemesi de değildir hiç kuşkusuz (alternatif tiyatroları bunun dışında tutuyorum). Tiyatro incelemeleri, araştırmaları hemen hiç yok denecek kadar azdır. Bir iki araştırmacının titiz çalışmaları dışında hemen hemen aynı kaynaklardan yararlanılarak yazılmış kitaplar, tiyatro dergilerinde çıkan kimi makaleler, incelemeler…

Tiyatro anıları da tiyatro tarihimizin bir belgesidir. Tiyatro sanatçılarının anıları her yerde popüler bir kimlik kazanmışken, ülkemizde gördüklerini, yaşadıklarını kaleme almış oyuncu sayısı da oldukça az.

Romanlara da konu olmuştur tiyatro, tiyatro yaşamı. Colette birçok romanında sahne hayatını işlemiştir. Fransız edebiyatında tiyatro dünyası önemli bir yer tutar. Gaston Leroux’nun “Operadaki Hayalet”ini verebilirim en bilinen örnek olarak. İngiliz, Amerikan edebiyatlarında da öyle. Tiyatro salonlarında, tiyatro kulislerinde, tiyatro hayatının içinde geçen polisiye romanlar bile yazılmıştır. Hep bir merak ve ilgi konusu olmuştur tiyatro, çekiciliğini sürekli korumuş, korumaktadır da. Dönüp bizim edebiyatımıza baktığımızda, sözkonusu dünyanın yalnızca yalnızca bir iki yazarımızın ilgisini çektiğini görüyoruz.

Ama, ne mutlu ki, tüm bu karamsar tablonun içinde, genç seyirciyi tiyatroya çekebilen, genç seyirciyle iletişim kurabilen, gençliğin bireysel ve toplumsal sorunlarını gündeme getiren, çağdaşlığı yakalamayı başarmış, denemelere girişmekten çekinmeyen genç tiyatrolar, alternatif tiyatrolar var. Bu gençler ötekileştirmeyi asla kabul etmeyen, farklı kültürleri bir zenginlik olarak gören genç sanatçılar. Craft Tiyatro’yu, İkinci Kat’ı, Talimhane Sahnesi’ni, Ekip Tiyatrosu’nu, Galata Perform’u, Tiyatro Öteki Hayatlar’ı, Tiyatro Yan Etki’yi vb… sayabiliriz bu tiyatroların arasında. Çağını yakalayabilen metinler, yaratıcı rejiler, tiyatro adına yeni denemeler hep bu genç tiyatrocular tarafından gerçekleştiriliyor. Ahmet Sami gibi, Cem Uslu gibi, Sami Berat Marçalı gibi,çok başarılı dialoglar yazan, ileride çok daha iyi yapıtlar vereceğine inandığım Ebru Nihan Celkan gibi yazarların, Yeşim Özsoy Gülan, Bedir Bedir, Cem Uslu vb. yönetmenlerin varlığı tiyatromuz için bir umut. Bu tiyatroların yaşaması ve gelişmesi için onlardan desteklerimizi asla esirgememek zorundayız.

Evet, yukarıda da gördüğümüz gibi, edebiyatımız da ilgisiz tiyatroya, okurumuz da, yayıncımız da… Tiyatromuz başka sanat dallarının desteğinden yoksun, varolmaya çabalıyor ve seyircinin ilgisini bekliyor, bunca ilgisizliğin ardından.

Tiyatro tarihimiz de bu ilgisizliğin kurbanı olmuştur. Tiyatro geçmişimizi bir çırpıda silip unutuvermişiz neredeyse. Sanatçılarımızın vermiş olduğu mücadeleleri, özverileri anımsamaz olmuşuz. Belki de kendi kendimizi bağışlamak, bağışlayabilmek için toprağa gömmüşüz başımızı. Çünkü hepimiz biliyoruz: Tiyatromuza gönül vermiş ilk sanatçıların hepsi de mücadele insanlarıdır. Modern Türk tiyatrosunun ilk aktörü Ahmet Fehim Bey’in anılarını okuduğumuzda  tiyatro gruplarının  dört bir yanınahangi zor koşullar altında gittiklerini saptarız. Bir yanda gelir yokluğundan açlık tehlikesi, öte yanda zaptiyenin, sansürün, “sepet kafalı sarıklıların” baskısı.

“Bir tarafta sepet kafalı sarıklılar, diğer taraftan rüşvetçi zaptiyeler ve nihayet sansür… Bu üç cehil kuvvet devamlı olarak tiyatroyu, sanatı yumruklamış, sırtüstü devirmiştir,” diye yazar.

İlk müslüman kadın oyuncu Afife sahneye çıktığının ikinci haftasından başlayarak 1923 yılına kadar sürekli biçimde polis baskısıyla yüz yüze gelmiştir. Üstelik bu çetin mücadelede yalnız kalmış, yalnız bırakılmıştır.

Afife, İbnürrefik Bey’in tiyatrosunda yeniden kovuşturmaya uğrar. Bu kez kendisiyle birlikte karakola götürülen bir başka aktrist daha vardır: Şaziye Moral. Afife adı bir ödül sayesinde yaşatılıyor da, Şaziye Moral’ı bugün kaç kişi anımsıyor, merak ediyorum.

Türk tiyatrosunun kurucusu sayabileceğimiz azınlık sanatçıları içinde bakımsızlık, yoksulluk içinde ölen nice kişi vardır. Onların tek varlık nedenleri herhalde tiyatroydu.. Adları, mezarları bile unutulmuş, ama sanatın onurunu korumuş tiyatro adamları.

Mücadeleci ruhunu çevreden gelecek destekten yoksun kalarak kaybetmeye yazgılı bir sanat dalı ister istemez kendi içine kapanıyor, kısırdöngüden dışarı çıkamıyor. Geçmişin duygulu dünyası akılla birleşemediğinden bütün o emekmler de boşa harcanmış olmuyor mu? İlk sanatçılarımız yaşamlarını ortaya koyarak Türk Tiyatrosu’nu var ettiler. Ve bugün… tiyatromuz tehlike altında. Türk Tiyatrosu dünkü heyecanına şimdi daha çok gerek duymaktadır.

Tiyatromuzu salt gençlerin ayakta tutmasını, bunun için mücadele etmelerini istememeliyiz. . Tiyatroyla ilgili sosyal toplum kuruluşlarının, tiyatro insanlarının, özel ve alternatif tiyatro temsilcilerinin katılacağı çalıştaylar düzenlenmeli, tiyatroların sorunları nedenleri ve sonuçlarıyla ortaya konarak çözümler üretilmeli, devletin denetleyici baskısını ortadan kaldırabilmek için neler yapılacağı eni boyu tartışılmalıdır Artık eylemsiz ahkâmcılığın zamanı çoktan geçmiştir. Bir an önce kendimizi toplamak ve girişimlerde bulunmak zorundayız. Her şey bittikten, iş işten geçtikten sonra “Yazık oldu tiyatroya!” demenin hiçbir yararı olmayacaktır.

www.dirensanat.com

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.