sabit doğan
SABİT DOĞAN

Kurulduğu günden bu yana gerek seçtikleri oyunlar gerekse sergiledikleri oyunculukla dikkati çeken ve ödüllere değer bulunan İkinci Kat bu yıl Karaköy’de ve Beyoğlu’nda Sekizinci Kat’ta iki sahnede oyunlarını sunmayı sürdürüyor. İkinci Kat’ın kurucularından yazar, yönetmen Sami Berat Marçalı ile önce tiyatronun kuruluş serüvenini, yeni oyunlarını konuştuk. Söyleşimize ‘Şapkalı O… Çocuğu’nun yönetmeni Bedir Bedir ide katıldı.

 

 

İkinci Kat Nasıl kuruldu, neden bir tiyatro kurma gereği duydunuz?

Sami Berat Marçalı: Bizim yaşımızdaki insanların kendilerini ifade edecekleri alanlar yok. Belki daha önceki yıllarda vardı, ama ben bilmiyorum. İnsanlar sanatsal anlamda kendilerini ifade etmek istiyor. Bunun için yeteri kadar destek veya yüreklendirme göremiyorlar. Bu nedenle biz ve bizim gibiler kendilerini ifade etmek için yeni alanlar üretmek ihtiyacını duyuyorlar. Kendi alanımızdan örnek verirsek; İkinci Kat’ı kurduğumuz yıllarda Kumbaracı50 ve Mekan Artı vardı. Çoğu özel tiyatro, Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları belirli bir hiyerarşi içinde kalıplaşmış bir yapı halindeydi, bugün de öyle. Bu yapıların içinde kendine bir yer bulabilmek en az 15 yıl alıyor. Ama gençlerin yoğun enerjileri ve bilgi birikimleriyle birşeyler yapma isteği var. Bunları ifade edebileceği yerleri kendileri oluşturuyorlar. İkincikat’da böyle bir oluşumun parçası. Bu şekilde yola çıktık. Emre Emre Uçarer ile beraber kurduk İkincikatı. İlk adımda, sahnelenecek metinler ve mekân arayışları ile başladı. Çok uzun sürdü bu arayışlarımız. İstiklâl Caddesi’ndeki bir handa bir yer bulduk ve orada oynanmaya başladık. Yerli yazarlara yer vermek istedik. Ya onlarla biz karşılaşmadık ya da söyleyecek sözü olan çok kimse yoktu veya cesaret edip ortaya çıkarmıyorlardı. Önce yabancı yarların metinlerini sahneledik. Yavaş yavaş yerli metinlere yer verdik. Sonrasında yaklaşık 17 tane oyun yaptık. Bu dördüncü sezonumuz. Geçen sezon İstiklâl Caddesi’ndeki mekânımızı kapatmak zorunda kaldık, çünkü orası otele dönüşecek. Bunun bilgisini çok önceden vermişlerdi bize ve ona göre planlar yapmaya başladık. O dönemde iki tane daha mekân bulduk ve onlarla anlaştık. Birisi burası diğeri yine Galatasaray’da Sekizincikat. Çalışmalarımızı bu mekânlarda sürdürüyoruz.

Burayı tiyatro haline getirdiniz. Bu çalışmalarınız sırasında yerleşmiş seyircinizi kaybetme endişesini duydunuz mu?

S. B. Marçalı: Burası musluk atölyesi imiş, terkedilmiş bir harabeydi. Elektrik, su sistemi bile yoktu. Herşeyi sıfırdan yaptık. Bu nedenle oldukça borçlandık. Endişe meselesine gelince, seyircimize gücendik. Aslına bu bir süreç… İnsanların neyi istedikleri, onları evlerinden çıkarıp tiyatroya getirecek şeyin ne olması gerektiği noktasında çok kafa yorduk. Yaptığımız bütün oyunları bu bakışla yaptık. ‘Korku Tüneli’, ‘Açık Saçık Birkaç Poloroid’ gibi sürekli deneye deneye ‘hangi metin nereye ulaşıyor’u araştırdık. “Neden beğenilip neden beğenilmiyor, seyirci neden az geliyor, neden çok geliyor” gibi soruları sürekli tartışarak metin seçimleri yaptık… Elbette bu bir risk. Seyirci gelmeyebilir, oyundan nefret edebilir… Seyirciden çok şiddetli tepki alabilirdik. Ama bizim tiyatromuz seyirciden olumlu tepki aldı. Bu ilgi giderek arttı.

şapkalı orospu çocuğu _ foto 2

Dışardan bakıldığında gişe kaygısı taşımayan bir tiyatro izlenimi veriyorsunuz…

S. B. Marçalı: Asla… Aslına öyle bir havamız da yok. Seyirci oyunu seyrederken içinde kendini buluyor. Yakın mesafede seyrediyor. Oyunla ilgili fikrini doğrudan söyleyebilir. Bizim gibi tiyatrolar sayesinde seyirci diğer türlü sadece uzaktan seyredip bakan biri olmaktan sıyrıldı. Şu an birleşik bir amaç söz konusu. Alternatif tiyatrolar yalnız oyun sahnelemiyorlar, söyleşiler düzenliyor, insanlardan fikir alıyorlar.

 

Sırası gelmişken bu ‘alternatif tiyatro’ hakkında düşüncelerinizi öğrenmek isterim… Mekân mı, oyunculuk mu, yönetim mi?

S. B. Marçalı: Alternatif mekân tercihi… Herkesin sergilediği oyunların kendi içinde üslubu var. Hepsinin aynı kategoride değerlendirilmesi bence imkansız. Ama sahneleme biçimleri ve sahneledikleri mekânlar farklı oluyor. Hepsi farklı bir mekânı biçimlendirme eğiliminde. Birinin çatı katında bir diğerinin bodrumda oynanması, daha kendine özgü bir alan yaratma peşinde olmalarından kaynaklanıyor. Kimi zaman mekâna bağlı kimi zaman da metni mekâna uydurma yoluyla. Önceleri avantaj gibi gözüken şey bir zaman sonra dezavantaja dönüşüyor. Bunun en büyük örneği Kumbaracı50’nin üçlemesi. Mekânı baz alıp oyunlar ürettiler. Bu mekân odaklı bir işti. Yaptıkları başka bir iş belki de o mekâna uymayacaktır. Biz, ‘Korku Tüneli’ni oynandığımız salonu özellikle bu oyun için seçtik. Çünkü o oyun herhangi bir yerde, herhangi lüks bir apartman katında oynanamazdı.

 sami berat marçalı

Galata Perform’un sahnelediği ‘İz’ gibi eski bir apartman dairesinde sahneleniyor. Başka bir mekânda bu etki yaratılamaz…

S. B. Marçalı: Evet. İzbe, terkedilmiş, yıpranmış bir yer olması gerekiyordu. Oyunlarımızdan biri ‘17:31’ bir rezidansda geçiyor. Bu sefer mekânı rezidansa dönüştürmeye çalıştık. Ne kadar başarılı olundu bilmiyorum ama, o durum bize bir kısıtlama getirdi.

 

Oyun seçimlerinde ne gibi ölçütleriniz var. Nasıl seçiyorsunuz?

S. B. Marçalı: Metinleri seçerken öncelikle bugüne dair bir şeyler söylüyor mu söylemiyor mu, diye bakıyoruz. Ne kadar güncel yazabilmiş, ne kadar yeni yazabilmiş bakıyoruz. ‘Korku Tüneli’ni ve ‘Açık Saçık Birkaç Poloroid’i seçtiğimizde ilk dikkat ettiğimiz şey bizim dilimizi konuşabiliyor mu, olmuştu. Bugünün dilini konuşup bugünün insanı ile empati kurabilecek miydi? Seyirci oyun arasında bir empati kurdu, onların da sahnede anlatılan sorunları yaşadığı ortaya çıktı. Ayrıca repertuar açısından bakıyoruz. Repertuarda benzer bir oyun olmadığına… Onu karşılayan bir oyun varsa, onu oynamak anlamsız geliyor. Şu an zaten onu karşılayan bir oyun var. Fantastik bir oyun varsa o formatta bir oyun yapmaya gerek yok. Bunun en güzel örneği ‘Aut’ ve ‘Limonata’ dönemi idi. ‘Aut’ çok sert bir oyundu ve söylediğini seyirciyi sıkıştırarak ve rahatsız ederek iletiyordu. O anlamda çok başarılıydı. Keza karşısında ‘Limonata’ vardı. ‘Limonata’ da inanılmaz naif bir oyundu. Türkiye ve toplumla alakalı daha fazla şey söylüyordu, ‘Aut’un tam tersi daha yumuşak dili olan bir oyundu. Mesela ‘Şapkalı O… Çocuğu’ hem içerdiği konu itibari ile komedi unsurları barındırıyor hem de karakterlerin hikâyelerine de yer veriyor. Aynı zamanda yer yer ağır ve sert dili olan bir oyun. Ama bunun yanında ‘Küçük’ çok sert ve toplumsal bir şeyi eleştiren bir oyun. Çocuk yetiştirmek üzerinden bir çok şeyi sert sert yetiştiren bir oyun. Bunun yanında ‘Altı Buçuk’ kurgusu ve yazımı ön planda olan bir oyun. Yolculuğu hem toplumsal hem de kişiselin arasında bırakan bir oyun. Daha geniş yelpazede oyunlar seçmesi, konuları çeşitlemeyi çok istiyoruz. Bu da sonuçta desteklere bağlı. Aynı zamanda yazarlara…

 

Burada bir çelişki var ama. Destek bir anlamda bağımlılık demektir. Parayı veren düdüğü çalar misali…

S. B. Marçalı: Bunun elbette farkındayız. Mesela ‘Şapkalı O… Çocuğu’na sponsor bulmakta zorlandık.

 

Bu oyunun orijinal ismi mi?

S. B. Marçalı: Evet, orijinal ismi, yurt dışında da sahnelendiğinde noktalıyorlar.

 

Kurumsallaşıp belirli bir kalıpta, çizgide kalma riski ile karşılaşma endişesi taşıyor musunuz?

S. B. Marçalı: Bu bütün alternatif sahnelerin yaşadığı bir sıkıntıdır. “Bir rutin oluştu biz alternatif olduğumuz şeyde alternatifliğimizi yitirdik” korkusu. Aslında temel şey yeniyi arama mücadelesidir. Yeniyi aramaktan vazgeçen bir tiyatro otomatik olarak geride kalmış demektir. Yeniyi aramayı sürdürdükçe alternatifliğini yitirmemiş olur.

Unutmayalım; oyunculukla, reji anlayışıyla, metin seçimiyle de alternatif olunabilir. Arayışlarınız, deneyleriniz sürdükçe böyle bir tehlike yok. Seyircilerimizle bir anket yaptık, ne gibi oyunlar izlemek istediklerini sorduk. Beş tür vardı: Toplumsal oyunlar, politik oyunlar, bireysel oyunlar, deneysel oyunlar ve fantastik oyunlar… Katılanların %80’i toplumsal, kalanı bireysel oyunlar demiş. Deneysel, fantastik, politik oyunlar hiç oy almamış.

 

Sonuçta bireysel olan şey toplumsal değil midir?

S. B. Marçalı: Aslında bence ‘Şapkalı O… Çocuğu’ bal gibi toplumsaldır. Türkiye’deki marjinal kesimlerin Amerikan oyunu ama izlerken bize Amerikan oyunu gibi gelmiyor. Seyircinin veya eleştirmenin bakış açısına göre…

şapkalı orospu çocuğu _ foto 1 (1) (1)

Ama bu açıdan bakmak için seyircinin belirli bir düzeyde olması gerekmez mi?  Bu oyunun bence önemli olan yönü bu. Nerde önemli? Bu çevrede, mekânda oynanması önemli. Bu oyunun kahramanları her gün her yerde etrafımızda gördüğümüz insanlar…

S. B. Marçalı: Karşı dükkanlarda çalışan çocuklar… Biz onlardan beslendik. Dramaturgi açısından baktığımızda; böyle bir yerde sahnelendiğinde, göndermeleri açısından ‘toplumsal’ ama saf bir seyirciden bahsettiğimizde bireysel olarak algılanmakta. Seyirciler çok daha kolay toplumsala ulaşmış olabilirler….

 

Oyunculuktan gerçekçilik üzerine sorumu ikinize de sormak istiyorum. Gerçek hayatta yaşanmış olayları karakterleri birebir vermek; küfürler, çatışmalar, kavgaları sahneye taşıdığınızda, seyircinin “ben bunları biliyorum zaten” tepkisiyle karşılaşabileceğinizi düşündünüz mü?

Bedir Bedir: Benim çok düşündüğüm bir şey. Ben böyle diyenlerin arkasındayım. Ama sahne çoğu zaman böyle olmuyor. Gerçekçiler absürtçüleri hayata uymadıkları, hayatın dışında bir şey yaptıkları için eleştirirler. Absürd kuram gerçek hayattan beslenmiyordur. Hayat böyle değildir. Hayat gerçekçilerin yazdığı gibi birebir öyledir. Absürtçüler de gerçekçileri aynı şekilde eleştirir. Gerçek sizin yazdığınız kadar gerçek değil. Gerçeğin altındaki kodlar absürd tiyatroların bahsedildiği gibi aslında parçalanmış bir şey. Bu gerçeğe nereden baktığımıza bağlı. Çehov’a gerçekçi bir yazar olarak bakılır ama aslında değildir. Aslına bakarsanız kişiler her ne kadar gerçek ve etli canlı gibi görünseler de birbirleriyle ilgisi olmayan kişilerdir. Birbirlerini çok algılamayan karakterler. Onun için bizde Çehov çok dramatik olarak algılanır. Oysa oyunları kendisinin söylediği gibi komiktir. Bir bakkalı bakkal gibi göstermek istesem gider bir bakkalın önünde oturur. Onu gözerim ve onu izlerim. Sahne üzerinde yaptığınız şey ne kadar çalışırsanız çalışın, ne yaparsanız yapın hiçbir zaman gerçek hayattaki gibi olmaz. O Antik Yunan’da kalmış bir şey. Birebir zamanla oynamak… Siz bir kere zaman atlarsınız bir estetik katarsınız, konuşma biçimi yazarsınız. Yani sahnenin bir estetiği vardır. Bana göre asla gerçek olmayacaktır.

Bir yönetmen olarak oyuncunuzu nasıl ikna edersiniz. Bunu özellikle ‘Şapkalı O… Çocuğu’ için soruyorum. Bu sahneler için oyuncu “ben bunu oynamak istemiyorum, çevrem ne der, oynadığım dizilerde tepki çekerim” gibi endişelere kapılanlar oluyor mu?

B. Bedir: Günümüz oyuncularının bu tür endişeleri yok. Zaten öyle bir endişeye kapılırlarsa gerçek oyuncu değildirler. Kurumsal tiyatrolarda oto kontrol çok daha fazla. Artık alternatif sahne oyuncuları bu tür şeylerden çekinmiyorlar.

Oyuncuları nasıl seçiyorsunuz, vazgeçilmez oyuncularınız var mı?

S. B. Marçalı: Yönetmenlik yaptığımda, çalışmaktan zevk aldığım oyuncu varsa ve eğer o rolü kotarabileceğini düşünüyorsam, onunla çalışmayı tercih ediyorum. Bedir Bedir ile birlikte çalışmamızın nedeni onun bu işin üstesinden gelebileceğine inanmam ve onunla çalışmaktan zevk alıyor olmam. Oyuncular için de böyle aramızda bir güven ilişkisi olmalı ve ben onlara danışabilmeliyim. Zaten iyi oyun da böyle çıkar.

bedir_01

Tekrar ‘Şapkalı O… Çocuğu’na dönelim. Kendi açımdan Julio’yu çok ilginç buldum. Onun üzerinde daha çok çalışılmış sanki. Zaten oyunun her oyuncusu çok iyi ve bir bütünlük sağlanıyor…

B. Bedir: Bu oyunda yönetmenliği üstlenmemin en önemli nedenlerinden biri Julio zaten. Bana göre oyunun en trajik karakteri. Kenara itilmiş yalnız biri. Yazar ona çok az bir yer vermiş ama trajedisini de kalın çizgilerle vermiş. Trajik bir yerde ama cümleleri komik, çünkü oyunun kendisi komik. Bu nedenle oyunda Juli’yu daha çok görmek istedim. Hiçbir komedi oyunu dramatik unsuru içermeden komik olmuyor. Hiçbir komik oyun da bir dram unsuru barındırmadan komik olmuyor. Bu trans karakterler aslında komikmiş gibi gözükür ama içerisinde bir trajedi barındırır. Her birinin bireysel hikayesi acıdır, acıtıcıdır. Sadece onlar değil; Veronica’da evinde televizyon izleyen ve kilo almadan korkan komik bir kadınmış gibi görünüyor ama aslında o da onun içinde trajedi barındırıyor. Çok içine kapanık, bitmiş tükenmiş, evin dört duvarına hapsolmuş. Sizin izlenimlerinizin nedeni onların bireysel hikâyelerini ortayla çıkarmak için yapılan çalışmaların sonucu. Komik cümlelerle, trajik hikâyeler arasında kurulan denge.

 

Alternatif tiyatro toplulukları arasında bir dayanışma var. Destek oyunları düzneliyorlar, birbirlerinin oyunlarını izliyorlar. Takdire şayan bir ekip ruhu oluşturdunuz. Bu hava nasıl oluştu, nasıl gelişti?

S. B. Marçalı: Birbirimizden hiç haberdar değildik. Mekan Artı bizi kahvaltıya davet etti. Ne yapıyoruz, sorunlarımız, çözüm yolları neler konuştuk. Sonra ben, bu iki mekân arasında kalmasın bir alternatif sahneler birliği oluşturulsun diye düşündüm. Destekleyerek bir yere geliriz. Desteklerle görünürlüğümüzü artırırız. Keza öyle oldu. Özellikle bilinmeyen sahneler bilinir, konuşulur hale geldi. Başlarken bütün alternatif gördüğümüz mekânları davet ettik. Kimi geldi, kimi gelmedi. Herkesin bir duruşu vardır. Herkes duruşundan biraz ödün vermeye, beraber durmaya ve söz söylemeye çalıştı. Şu an sekiz mekân var. En yenisi D22. Daha bir yılını tamamlamamış bir ekip.  Beraber büyümeyi sağlayan bir yapı oluşturmaya çalıştık.

 

Bu süreçte bir eleştiri veya bir destek aldınız mı? Kimler sizi destekledi?

S. B. Marçalı: Sadece seyriciden destek aldık. Eskiden basından destek alırdı bu sahneler. Eskiden eleştiriler, tanıtım yazıları yazılır, röportajlar yapılırdı. Ama Gezi olaylarından sonra inanılmaz bir düşüş söz konusu. Sahnelediğimiz oyun çıktığı hafta bütün televizyonlarda tanıtılırdı. Şu anda sadece oyunda ünlü bir oyuncu, bir dizi oyuncusu varsa sadece onunla röportaj yapmak istiyorlar. Oyunla ilgilenmiyorlar. Garip bir şekilde bu hükümetle alakalı bir durum. Gezi’ye destek veren tiyatroları biraz daha az destekleyip hükümetle olan ilişkilerini dengeliyorlar. Ama biliyorum ki bu gazetelerin yazarları bizim oyunlarımız hakkında yazmayı daha çok istiyor.

 

Ne yazılı ne de görsel medyada tiyatroya çok az yer veriliyor. Ödenekli tiyatrolara bile yer vermiyorlar. Biraz da yazarlığınızdan, yeni oyunlarınızdan söz edelim..

S. B. Marçalı: ‘Küçük’ benim ilk yazdığım oyun. Çocuk yetiştirme üzerine bir oyun. Nasıl yetiştiriliyor, nasıl bir şiddet ortamına maruz bırakılıyor. Eyüp Emra Uçaray yönetti.  Seksen dakika sürüyor. Sezon başında başlamıştık, Karaköy’de yeniden düzenleyerek her pazartesi sahneliyoruz. ‘Altı Buçuk’ kurgusal bir metin. Özgürlük ihlalleri üzerine bunların kişiselden toplumsala ve evrensele uzanmaya ulaşma noktasında bakmaya çalışan daha evrensel bir metin. Yine Eyüp Emre Uçaray yönetti. Yaklaşık yetmiş dakika sürüyor. Her Cuma oynayacak.

 

Nasıl yazıyorsunuz? Yazmak mı yönetmek mi?

S. B. Marçalı: Öncelikle ana fikri sağlam bir şekilde oluşturup hikâyeyi oturtmak gerekiyor. Yazdıkça keşfettiğiniz bir süreç. Bir oyunun temelde bir fikre ihtiyacı var, onu bulup temellendirmek süreci uzun. Yazıya dökme süreci daha kısa, çünkü tamamen bir el becerisi. Masanın başına oturduktan sonra yazmak daha kolay. Ben hiç oyunculuk yapmadım. Yazdığım ve yönettiğim oyunlar ‘Yalnızlar Kulübü’ ve ‘Süpriz’de kendi bakış açımdan yabancılaşmaya ve herhangi bir metin olarak bakmaya çalıştım. Bu metni nasıl sahnelerim diye baktım. Başkalarının oyunlarını da yönettiğimde ben nasıl daha iyi anlatabilirim diye bakıyorum.

 

Alternatif tiyatro seyircisi tiyatro ile daha ic içe. Seyirci profiliniz nasıl?

S. B. Marçalı: Daha tam bir seyirci profilimiz oluşmadı. Daha genç, eğitim düzeyi yüksek insanlardan oluşan bir seyircimiz var.

 

Son olarak çok tartışılan bir konuyu sormak istiyorum: ‘In your face’ akımı için ne düşünüyorsunuz?

S. B. Marçalı:‘In your face’ anlayışı artık gündemde değil. İlk ortaya çıktığı İngiltere’de de artık yok. Bizim ülkemizdeki karmaşa sahneyle seyirci arasındaki mesafenin az olduğu yakın temaslı oyunların ‘ın your face ‘ olarak değerlendirilmesinden doğuyor. Avrupa ve Amerika’da ise toplumun söyleyemediği şeyleri seni tokatlayarak, rahatsız ederek söylenmesidir. ‘In your face’ yazarı olarak adlandırılan yazarlarında hiçbiri ben böyle bir oyun yazayım diye masaya oturmuyor. Zaten bu Aleks Sierz diyle birinin 2000 yılında yazdığı bir kitapla doğuyor. Dünyaya yayılamadı, kuramı da tam anlamıyla oluşmadı. Bizde de örnekleri oldu. ‘Kürklü Merkür’, Ravenhill’in ‘Shopping and F..cking’i gibi… Ama artık sahnelenenler ‘ın your face’ sayılmaz. Bize gelince ‘Aut’ bu akım içinde değerlendirilebilir. Tiyatrolarımızda daha bir tür çeşitliliği doğmadı. Daha ‘bireysel – toplumsal’ı çözemedik.

RÖPORTAJ: SABİT DOĞAN

www.dirensanat.com

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.