Murat Özden

Bu ülkenin sanat, edebiyat ve müzik dünyasına ölçülemez değerdeki katkılarını düşündüm. Bir kültür proleteri idi.

Hiçbir karşılık beklemeden, ince kariyer hesapları yapmadan, egosunun üzerinde hakimiyet kurmasına izin vermeden, her zaman sindirilmiş tevazusunu bir hayat tarzı haline getirerek yaşamayı nasıl becerebildiğini düşündüm. Çalışma hayatı boyunca birikim, kalite ve yeteneğin yanısıra çok önem verdiği dürüstlüğün de önünü açmak için çaba gösterdi. Bu meziyetlere sahip genç oyuncuların, ressamların, yazarların, çizerlerin, müzisyenlerin, heykeltraşların destekçisi oldu.

1981 yılının güzel bir ilkbahar gününde, Hami ile Taksim’de tesadüfen karşılaşmış, ortak arkadaşımız aracılığıyla tanışmıştık. Neşeli, kibar, ve daha ilk anda çok zeki bir insan olduğu hemen anlaşılıyordu. Ertesi gün buluştuk. Bütün bir öğleden sonrayı beraber geçirdik. Birikim, 68, Beatles, Bach, edebiyat konuştuk. Ruhsal yetkinliğe sahip meziyetiyle İsmet Özel, Edip Cansever’i konuştuğu yetkinlik ve vukufiyetle Troçki, THKP-C, Rote Armee Fraktion hakkında da dikkate değer şeyler söyleyebiliyordu. Entelektüel teşhircilikten hazzetmiyordu ama konuştukça anlaşılıyordu ki geniş ilgi alanlarında derin bir birikime sahipti ve bilgi – kültür düzeyi İstanbul entelijansiyası ile eş düzeydeydi.

Ona Alman ve Avrupa 68’inin önde gelen ismi Rudi Dutschke’den ve Hintli sitar virtüözü Ravi Shankar’dan söz ettim – yana yakıla. Çünkü; Rudi bir sosyologtu ve önderi olduğu 68 olayları hakkında bir kitap yazmıştı. Adı, ‘’ Ne İstiyoruz ‘’ olan bu kitap 1969 yılında yayınlanmıştı.Türkçe baskısı da vardı ama bulamıyordum. Bu kitabı mutlaka okumalıyım demiştim. Bir de o güne kadar ismini not ettiğim ama hiç dinlemediğim Ravi Shankar’ın plaklarını bulmak mümkün olmuyordu. Üstelik, tanıyan bilen birine de rastlamamıştım. Bunları mutlaka bulmam gerektiğini, heyecanla söylemiştim. Sonraki gün yaşadığım yere, İskenderun’a döndüm. Yazıştık, telefonlaştık; o henüz Gösteri’ye başlamamıştı.

Bir yaz günü öğle üzeri aradı, ‘’ Murat harika bir şey oldu, Gösteri’nin yazı işleri müdürü oldum’’ dedi. Çok sevinçli ve çok heyecanlıydı. Kutladım, ben de çok sevinmiştim. Çünkü henüz muhasebecilik yaparken Gösteri’ye çok emek vermiş, çok mesai harcamıştı. Ben bile fark etmiştim, Hami’yi iktisattan çok edebiyat, sanat ilgilendiriyordu. Bir muhasebeci değil bir kültür insanı olma istidadı baskın çıkmaya başlamıştı.

Hemen her telefonumda Rudi ve Shankar hatırlatmaları yapıyordum. Bir kış akşamı İskenderun’da ünlü Yarıkkaya fırtınası patlamış, lokalde akşam müdavimlerinden kimse kalmamıştı. Saat 20:00 gibi İstanbul’dan telefonla arandığım söylendi. Ahizeyi aldım, karşımda Hami, neşeli bir ses tonuyla nasıl olduğumu sordu ve uzatmadan süprizini söyledi: Tahmin et, bu yıl ki İstanbul müzik festivaline kim geliyor ? Ravi Shankar. Az evvel kesinleşti, temmuzda İstanbul’dasın.

Neye uğradığımı şaşırmıştım, sevinç ve heyecandan konuşamıyordum ki ekledi; geldiğinde sana bir sürprizim daha olacak. Rudi Dustchke ile ilgili. Kış bitti, ilkbahar geçti ve temmuz ayına vasıl olduk. İstanbul’a uçarcasına gittim. Hami önce beni Ravi Shankar’ın basın toplantısına götürdü. Tabla vitüözü Alla Rakha’ da gelmişti. Akşamı da resitali izledik. Ertesi gün Gösteri büroya gittik, o yıllarda medya Cağaloğlu’nda idi. Oturduk, çaylarımız geldi, Hami gülümseyerek çekmecesini açtı ve işte ikinci sürprizim, diyerek siyah ciltli bir kitap uzattı. Aklıma bile gelmemişti, kitabın kapağında şu yazıyordu: Ne İstiyoruz ?

Yazar-Rudi Dutschke. Kalkıp boynuna sarıldım, çok duygulanmıştım. Akşam hem Ravi’yi hem de Rudi’ yi, Hasır’da uzun bir rakı sofrası sohbetiyle kutladık.

Anlayışlı, müşfik, merhametli, yardım sever ve üst düzeyde empati yetisi ile Hami’yi sevmemek ona saygı duymamak mümkün değildi. Çok cömert ve çok misafirperverdi. Rahmetli anne ve babasını tanıyınca bu meziyetlerinin ebeveyn mirası olduğunu anladım ama varis, bu erdemleri üst boyuta çıkarmış ve kişiliğinin bir parçası haline getirmişti. Mutlaka sözünde duruyor ve mutlaka randevularına geç kalıyordu. Tanışmamızın ilk yıllarında nasılsın sorusuna, iç güveysinden hallıca, diye yanıt verirdi. Aslanlar gibiyim sözünü son yirmi yılda telaffuz etmeye başladı.

Gösteri’de çok yoğun çalışıyordu. Ama ilk yıllarda entelektüel ilgi alanı daha çok edebiyat, şiir, resim ve klasik batı müziği idi. Çok sonraları tiyatro, listenin başına geçti. Tiyatroya iyice odaklandı, çünkü çok seviyordu. Tiyatro alanında bazen müstear isimler de kullanarak yazılar yazdı. Tiyatro ve bir de asla yazmadığı canlı klasik müzik konserleri, vazgeçilmezleriydi.


1970’lerde iyi bir Birikim okuru olmanın bütün kazanımlarına sahipti. Konuştuğu bir konuda söyledikleri, bildiklerinin dörtte biri bile değildi. Yani deposu boş ama vitrini şık entellerden değildi. Laf ağzından üç cümle sonra pat diye düşmezdi. Her konuda illa konuşması gerekmediğinin o kadar bilincindeydiki, vakıf olmadığı bir mevzuda net cevap verirdi:Hiç bilmiyorum.

Yıllar geçiyor bazen birbirimizi iki, üç yıl göremediğimiz oluyordu. Ben Hami’yi görmeye, yaz aylarında gidiyordum. Gidişlerim İstanbul müzik festivaline denk geliyordu. Müziğin çeşitli türlerinin parlak isimlerinin konser, resital ve gösterilerine  birlikte gittik ama caz ya da rock konserlerinde, beni Açık hava gişesinden geçiriyor konser sonrası sanatevine ya da sinema sevenler derneğine gelmemi tenbihliyordu. Ben bulutların üzerindeymişim gibi buluşma mekanımıza geliyor, bol buzlu rakıları yuvarlarken Hami sakin sakin yuva içinde soğuttuğu sek rakısını yudumluyor ve anlat bakalım nasıl geçti ? sorusunu mutlaka soruyordu. Sonra kalkıp Emirgan’a evlerine gidiyorduk. Hami’nin ailesi, İstanbul’un yerlisiydi. Dünya tatlısı anne ve babasıyla balkonda oturup gece yarısı sohbet ediyorduk. Kardeşi Levent’te yanımızda oluyordu. Yıllar içinde önce annesini, ardından babasını sonra Levent’i kaybetti. Eve anılarla dolu bir sessizlik hakim oldu. Pazar günleri de dahil artık evde çok az vakit geçirmeye başladı. Belki de sükunet onu hüzünlendiriyordu ama nostaljik romantizme, depresif saudadeye hiç kapılmadı.Neşesini hep korudu, etrafına saçtı.

Bir konser sonrası Taksim Sanat evinde tiyatro eleştirmeni, çevirmen Yaşar İlksavaşla tanıştırdı. Çok değerli bir insandı. Hami için de Yaşar’ ın yeri ayrıydı.

Daha çok ben İstanbul’a gidiyordum ama Hami’yi Reyhanlı’da, Ankara’da ve Mersin’de ağırlama şansım oldu. Reyhanlı’yı gezdirirken onu şoke eden bir sürpriz yaptım. Cemil Meriç’in Hatay’lı olduğunu biliyor ama Reyhanlı’da doğup büyüdüğünü bilmiyormuş. Meriç’in evinin olduğu, sokaklarında yürüdüğü mahalleye gittik. Bu geziden ve Antakya’dan çok etkilendi. En çok da Arkeoloji müzesinden ve mozaiklerden. Bundan İstanbul’dakilerin hiç haberi yok bir define burası, tepkisini vermişti. O’na, mozaik konusunda dünyada İtalya’nın Ravenna kentindeki mozaik müzesinin birinci sırada, Antakya müzesinin ikinci sırada yer aldığını söyleyip, bu literatür bilgisi Hami, İstanbul’da nasıl bilinmez , dediğimi hatırlıyorum.

Yıllar acımasızca ve tarifsiz bir hoyratlıkla geçiyordu. İlk tanıştığımızda ben 21 Hami 28 yaşındaydı. Şimdi ben 63’üm, eğer yaşıyor olsaydı o 70 yaşında olacaktı.

Hayatında nezle olup birgün olsun evde yatmamış Hami, yakalanmadığı halde Covit’ten psikolojik olarak çok kötü etkilendi. Akabinde Hami de sağlık sorunları başladı. Hızla kötüleşti. Bir türlü iyileşemiyor yattığı hastanede günlerce tedavi görmesine rağmen bir teşhis konulamıyordu. Peki ne yapıyorlar Hami, diye sorduğumda gelen iğne vuruyor giden kan alıyor ama kimse net bir şey söylemiyor, yanıtını vermişti. Bu cevabı aklıma kötü şeyler getirmeye başladı. Çünkü çoklu organ yetmezliğine benziyordu. Ve benim yaşamımdaki en sevdiğim arkadaşım her geçen gün daha da kötüye gidiyordu.

Neredeyse bir yıla aşan bu hastane ve tedavi faslında karşılaştığı vefasızlık onu çok üzdü.15 yıldır olduğu gibi yanında hep ve sadece can yoldaşı Sabit Doğan vardı. Üzülmekte haklıydı, çünkü kim düşse arkadaşlarından, Hami el uzatır, ahde vefayı asla ihmal etmezdi.

En son telefon görüşmemizden sonra yıkıldım desem yeridir; çünkü Hami hayata tutunmayı bırakmıştı. İyileşme umudunu yitirdiğini, yaşam enerjisinin tükendiğini hemen farkettim. Sabit’in  yanıbaşından, benim uzaktan iyimser telkinlerimiz de fayda etmemeye başladı.

9 mart günü sabah saat yediyi geçiyordu, telefonuma Sabit’ten hiç duymak istemediğim ama artık geleceğini sezdiğim o mesaj geldi: Hami’yi kaybettik.Hem zihnen hem bedenen sendeledim.

Dünya başıma yıkıldı. Ömrü boyunca hiç kimseyi, hak edenleri dahi, kırmadan, incitmeden yaşayan melek huylu sevgili arkadaşım artık olmayacaktı. Evden dışarı attım kendimi. Umarsızlık çaresizlik girdabının içinde gün boyu Ravi Shankar’ın Ragalarında teselli aradım.

Bu ülkenin sanat, edebiyat ve müzik dünyasına ölçülemez değerdeki katkılarını düşündüm. Bir kültür proleteri idi. Hiçbir karşılık beklemeden, ince kariyer hesapları yapmadan, egosunun üzerinde hakimiyet kurmasına izin vermeden, her zaman sindirilmiş tevazusunu bir hayat tarzı haline getirerek yaşamayı nasıl becerebildiğini düşündüm. Çalışma hayatı boyunca birikim, kalite ve yeteneğin yanısıra çok önem verdiği dürüstlüğün de önünü açmak için çaba gösterdi. Bu meziyetlere sahip genç oyuncuların, ressamların, yazarların, çizerlerin, müzisyenlerin, heykeltraşların destekçisi oldu.

Hami’siz iyice yavanlaşacak olan hayata alışmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Çünkü  onu ebediyen yitirdim.

Murat Özden

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.