Sami Berat Marçalı: Tiyatromuz hep yalnız bırakıldı
Her geçen gün sayıları artan özel tiyatrolar içinde ikincikat, gerek oyun seçimi gerekse sahneleme açısından belirgin tavrı, istikrarı ile dikkat çeken tiyatrolardan biri… 2010 yılında Eyüp Emre Uçaray ile birlikte ikincikat’ın temelini atan Sami Berat Marçalı ile o günden bu yana olan gelişmeleri, ‘alternatif tiyatrolar’ın sorunlarını, oyun yazarlığını ve en yeni oyunları ‘Kabileler’i konuştuk…
2010 yılından bu yana yaşadıklarınızdan sonra ikincikat bugün nerede duruyor. İlk kuruluş günlerinde düşündüklerinizi gerçekleştirdiniz mi, planladıklarınızın ne kadarından vazgeçtiniz ne kadarını ötelediniz?
Eyüp Emre Uçaray ve Heves Duygu Tüzün’le yola çıkarken çok büyük hayaller kurmadık. Biz tiyatroculuğu meslek edinmek, profesyonel tiyatro olmak istiyoruz dedik… Belli bir süreçten sonra tiyatrodan başka yapabileceğimiz bir meslek olmadığını fark ettik. Üçümüz de Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’ni bitirdik. Okulda da tiyatro kulübünde oldukça aktif çalışıyor, çok da keyif alıyorduk. Keyif aldığımız bir işi sürdürmeliyiz, dedik. Bütün bu serüven boyunca ne hedef koyduysak hepsini gerçekleştirdik aslında. Yerli metinler üretmek, sahnelemek istiyorduk, yaptık. Yerli metinlere iyi bir kapı açtığımızı düşünüyorum,15 kadar yerli oyun sahnelendi. Bunların içerisinde 7-8 yerli yazar çıktı. Bir çoğunun ilk oyunuydu. Bizim için bunlar önemli. Önemli roller oynamak sektöre yön vermek gibi hedeflerimiz vardı, bunu da az çok becerdiğimizi düşünüyorum. Tabi ki gerçekleştiremediklerimiz de oldu. Biz hep kendi yağımızda kavruluyoruz. Seyirci biletine bel bağlamak çok sıkıntılı bir şey. Çünkü seyirci bir oyunu sevmeyebilir ve oyun sizi çok büyük zarara götürebilir. Herhangi bir şekilde destek alamıyoruz. Ne belediyelerden ne Kültür Bakanlığından ne de herhangi bir özel kurumdan… Altı yıldır tiyatromuza ödenek verilmedi. O zaman sadece bilet parası ile ne kadar ayakta durabilirsiniz. Hep soru işareti ile dolu… Buna karşın sürekli artan vergiler var. Devlet kazandığımızın yarısını vergi olarak alıyor. Bu bizleri çok zorluyor. Maddi boyutta birçok sorunu aşamadık. Ama manevi olarak çok büyük yol katettiğimizi düşünüyorum.
Yerli yazarlardan söz ettiniz, sizin de yazıp sahnelediğiniz oyunlarınız var. Yerli yazarların oyunlarını sahnelediğiniz ‘Yaz Oyunları’ projeniz vardı ve en son ‘#SavaşVeBarışOyunları’ ile sona erdi bu proje. Öncelikle siz tiyatromuzda yerli yazar sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz onu sormak istiyorum. Sonrada bu projenin bilançosunu: kaç yazarla işbirliği yaptınız, yazarlar bundan memnun kaldılar mı, siz bundan memnun kaldınız mı?
Kanımca Türkiye Tiyatrosu’nun en önemli sorunu yazar sorunu… Bu yılki gördüklerimizle birlikte bu sorunun çok boyutlu olduğunu da fark ettik. Türkiye’deki yazar sorunun temelinde en başta eğitimsizlik ve tiyatronun ülkemizde bir sektöre dönüşememesi yatıyor. Bu dönüşüm yaşanmadığı için yazarlarını da besleyemiyor. Örneğin İngiltere ve Amerika’da kimi yazarlar tiyatrolara bağlı; çalıştığı tiyatro onu çalışan olarak alıyor, düzenli maaş veriyor, ayrıca yazdığı oyunların telifini de veriyor… Bizde bir yazarın bu imkana sahip olması mümkün değil. Yani ben, oyun yazmaya kafa yoracağım ve bunun için düzenli maaş alacağım. “Nasıl geçineceğim” gibi bir endişe yaşamayacağım… Bizde bu mümkün değil, bütün yazarların ayrıca bir iş yapması lazım. Bu nedenle sanatçı kimliğinle geçimini temin eden kilimliğini birbirine karıştırıyor oluyorsun. Bir diğer sorun eğitim sorunu: Ben hiç yazarlık eğitimi almadım. Biliyorum ki benimle birlikte birçok arkadaşım da eğitim almadı. Bazı okullarda ilgili bölümler var ama oralardan çıkanların iyi yazar olabildiği söylenemez. Olabilme yolundakiler ise dizilerden aldıkları parayı oyun yazarlığından aldıkları paraya tercih ediyorlar ya da reklam metni yazarlığını daha çok tercih ediyorlar.
Şöyle bir sorun var sanıyorum: Yazarlar yapıtlarını oluşturduktan sonra sahneleme aşamasında eksikliklerini ya göremiyorlar ya da bunu düzeltme fırsatı bulamıyorlar. Çünkü metin çok güzel olabiliyor, dili de çok güzel olabiliyor ama sahnede kurgusal sorunlar ortaya çıkıyor. Bu sorun nasıl çözülebilir? Siz nasıl bir yöntem uyguluyorsunuz: Yazar oyunun sahneye konulması aşamasına katılıyor mu?
Bizde şöyle bir sorun var, metinler tamamen bittikten sonra karşılaşmıyoruz. Metin geliştirme çalışmaları da sürece dahil oluyor. Bu sıkıntı aşılabildiğinde daha eksiksiz oyunlarımız olacak. Ayrıca ben yönetmenliğini yaptığım oyunda yazarı oyuna dahil etmiyorum. Çünkü şimdi nasıl ‘Kabileler’de Nina Raine ile çalışıyor ve onu hiç görmüyorsam, benim için Deniz Madanoğlu’nun ya da Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun da bir farkı yok. Çok iyi arkadaş olabiliriz ama onlar oyununu yazdılar, artık sıra bende.
Bir dramaturgi çalışması da mı yapılmıyor?
Elbette yapılıyor. Yazar bu dramaturji çalışmasına katılıyor, tartışıyoruz. Bu yolla o aşamada çok şey geliştiriliyor. Tartışmalara katılıp bir takım şeylerin oluşmasına katkıda bulunuyor. Böyle bir gelişme olmayabilir de. Bu tamamen yetenekle ilgili bir durum.
O zaman sorunların çoğu bu dramaturji aşamasının yetersizliğinde…
Yaşadığımız sıkıntı bitmemiş ya da hiç oynanmamış oyunları oynamamızda. Yazarın bunu “ben bunu böyle görüyorum” diye diretmesi ve senin onunla anlaşıp anlaşamaman, “senin gördüğün bir dünya var ama ben de bunu böyle görüyorum” deyip yazarı ikna etmen gerekiyor. Bir de şu var: Metin tam olarak bitmeden yazarla anlaştığımız için yazılan oyun nasıl olursa olsun oynamak zorunda hissediyoruz.
Eserlerine mi dokundurtmuyorlar?
Mesele ekleme çıkarma olayı değil. Oyun seyirciyi alıp götürmeli. Oyunu izlerken şöyle olmalıydı böyle olmalıydı, böyle yapılsaydı daha akıcı olurdu gibi şeyleri düşünmemesi gerekiyor. Yine de bizim yerli yazar sorunumuzu bir türlü çözemedik. Bence yerli yazarların ikinci kuşağı başlıyor bugün… Benim de içinde bulunduğum kuşak eteğimizdeki taşları döktük. Artık profesyonelce yazma kısmına geldik.
Sizlerden önceki oyun yazarlarından etkilendiniz mi?
Bizden önceki kuşaktan etkilenmedik. İyi ki de etkilenmedik. Onlar da bize bir miras bırakmadılar oyun yazarı olarak. Bizim bir Shakespeare’imiz olsaydı biz de böyle olmazdık sanıyorum.
Sizce tiyatromuz yalnız mı bırakılmış?
Tabi ki her zaman yalnız bırakılmış. Bizler bu işi tutku ile yapıyoruz.
Siz diğer sanat dallarından, müzik, sinema, dans gibi, etkilenir misiniz?
Müzik ve sinemadan çok etkilenirim. Çok okuyan bir yazar değilim ama çok izleyen bir yazarım. Günde üç film izler, mutlaka bir saat müzik dinlerim. Bunların beni daha çok geliştirdiğini düşünüyorum. Hatta daha ileriye götürebilirim: Ben tiyatronun edebiyatın bir kolu olduğunu düşünmüyorum.
Ama tiyatroda metin önemli, oyunu kurgularken metin çok yardımcı olur. Yapı meselesinde de yardımcı olur.
O taraftan bakmak gerekirse sinema bana daha çok yardımcı oluyor.
Tiyatro bir sinema filmi gibi mi olmalı?
Hayır bence tiyatro tiyatro gibi olmalı.
Yerli projelerden vazgeçtiniz…
Özellikle bu yaz, hem ben hem de arkadaşlarım çok oyun okuduk. Sonra şöyle bir karar aldık: yerli oyunlarımızın hepsi çok güzel, iyi bir atılım yaptık ve verimli bir süreç başlattığımızı düşünüyorum. Yalnız biz yapmadık tabi, başka ekipler de var. Hepimiz biraz ucundan tuttuk. Yerli oyunlardan da vaz geçmedik. En son ‘#SavaşVeBarışOyunları’nda yerli yazarlarla çalıştık. Projede bazı aksaklıklar yaşadık tabi. Oyun yazarlarını desteklemek için bir açıdan da risk almış olduk. #Yarının Oyunları’nı düşünecek olursak bu seferkinde projeyi altı ay öncesinde başlattık. Bu da metin bizi metin yazım sürecine götürür. Proje boyunca birçok insan bıraktı ve yeni kişiler eklendi. Yaklaşık yüzde ellisi bizimle birlikte devam etti. Metin yazım sürecinde Aylin Alıveren bize çok yardımcı oldu. İlk okumalarda dramaturgi desteği verdi. Bir bilinmezle ortaya çıkıldığında çok iyi şeyler ortaya konulabiliyor. İyi yazımlar ve yönetmenlikler de ortaya çıkıyor. Ama sıkıntılar, siparişle yapıldığından kaynaklansa gerek sıkıntı olarak kalmaya devam ediyor. Bu dört oyundan Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı ‘Aynur Hanım’ın Bebeği’, metin olarak bana en çok hitap eden oldu. Onun da süreçte başka sıkıntıları vardı, bitirmek durumunda kaldık. Bitmiş bir metni seçip onu repertuara almamızın daha verimli olacağını düşünüyoruz. Bizler bir yanda yönetmenlik, bir yandan da dramaturji ve oyuncu koçluğu yapıyoruz. Yönetmen çok parçalanıyor. Yönetmeninin enerjisi çok farklı alanlara gidiyor. Yerli metinlere iki oyunluk ara vermenin bizi de yenileyeceğini düşünüyoruz. Vibratör Oyunun’ndan sonra yerli metin yapmaya devam edeceğiz. İnternet sitemizde oyunlarını gönderebileceği bir link mevcut. Dileyen oyun yazarları buradan oyunlarını gönderebilir.
Gelelim son oyununuz ‘Kabiler’e… Niçin bu oyun?
Yabancı metinle yolumuza devam edelim, hatta iki yabancı metinle devam edelim dedik. Aynı zamanda kendi sıkıntılarımızı görelim. Çünkü yabancı metinler zaten oynanmış olduğu için dramatugisinde pek sıkıntı olmuyor. Üzerinde birçok defa fikir üretilmiş ve sahnelendiği için sıkıntıları önceden görülüp giderilmiş oluyor. Okuduğumuz oyunlar içerisinde ilk olarak Nina Raine’nin ‘Kabileler’ini sahnelemeye karar verdik. İnanıyorum ki Nina Raine ‘Kabileler’i benim gördüğüm anladığım gibi yazmadı. Benim ona katabildiğim şey bir yönetmen olarak beni çok etkiledi. Benim bu tiyatroya başlamama sebep olan yönetmenlik sevdama hizmet eden bir oyun oluşu beni heyecanlandırdı. Metni ilk okuduğumda bana çok değişik geldi ve Türkiye ile yakından ilgili olduğunu gördüm. Hiç kimsenin birbirini dinlemediği bir ailede herkesi dinleyen kişiyi tam merkeze yerleştirmiş olması ilginçti. O evde herkes sağır belki de tek duyabilen Billy. Size, kendi hayatında duyabiliyorsun ama dinlemiyor, aslında karşısındakinin dediği ile ilgilenmiyorsun, diyor. Mesele fiziksel değil; sen insan olarak sağırsın, sana ne yapacağız? Ben şöyle tanımlıyorum: Toplumsal sağırlık. Ülkemizde hakim olan bir durum. Birileri bir şey söylüyor herkes istediği gibi anlıyor. Ama kastettiğin şey o değil, belki de o kişi yeterince kastetmemiş. Nerede çıkış yolları var, yazar bunu roller üzerinde çok iyi vermiş. Çok iyi tartıştığını düşünüyorum. Hayalimde çok güçlü bir orkestra vardı. Senfoni yönetiyormuş duygusunu verdiği için çok heyecanlandım. Bir de ilginç bir durum var: Bu aile, bu kabile dışardan hiç kimseyi içeri almayan içerden hiç kimseyi de dışarı vermeyen bir kabile. Aynı bizler gibi.
sabit doğan:‘Kabileler’ çok katmanlı bir oyun. Bu katmanları ve psikolojik geçişleri nasıl belirginleştirdiniz?
Ben hep bir şeyi basit görmeyi, basit tanımlamayı severim. Böyle bir bakışla her şey rahatlıkla su yüzüne çıkabiliyor. Burada da ‘ötekilik’ ön planda ama büyük büyük ifadelerle değil.
Çocuk akademisyen olmak istiyor, kız operacı olmak istiyor, anne roman yazmaya çalışıyor, baba sürekli eleştiriyor… Evde sürekli gerilim, hiçbiri memnun değil bu durumdan ama evden giden de yok. Ruth belki operacı olabilecek biri değil ama babanın her şeyi dille anlatılması gerektiği savına karşı kendini müzikle ifade etmek istiyor. Son sahnelerde anlıyoruz ki ona aryayı bile vermemişler. Aynı şekilde diğer kardeş de kendini kanıtlamaya alışıyor. Babanın söylediği şeyin tam tersini kanıtlamaya çalışıyor: Dilin hiç bir önemi yok. Ama babanın himayesinde kanıtlayamamış bir türlü. Billy sağır olduğu için babanın o baskılarından kendini korumuş. Onunla o kadar ilgilenmedikleri için kendine güveni daha çok. Aynı şekilde herkes Billy’e sonsuz güveniyor. Çünkü özürlü, kimsenin çok da umursamadığı biri değil, onları tek dinleyen o. Herkes onu seviyor. Billy’nin gideceğini söylemesi herkesin altındaki halıyı çekiyor. Zemin kaydıktan sonra kimi kekeliyor kimi alkolik oluyor. Bastırıdıkları duygular başka şekilde ortaya çıkıyor.
sabit doğan:Çalışma süreciniz nasıldı?
En büyük mesele sağır bir insanın nasıl konuştuğu oldu. Çünkü duymuyor. Bu süreci biraz anlamaya çalıştık. Sağırlarla çalışan bir dernek olan DEM Dernek ile çalıştık. Bize bir sürü kapı açtılar. Oradan Cem Barutçu buraya gelip bize yardım etti, oyunculara öğretti. Benim kafamda bir orkestra vardı. Kimi sahneleri çok gürültülü kimi sahneleri çok sakin oynatmak gibi. Karakterlerin hepsinin derinine inip çatışmalarına odaklanmaktı. Bütün oyunu bunun üzerine kurdum. Süreçte çok fazla oyuncu değiştirdik. Şöyle bir durumda var; kabile kabul etmiyorsa gelen kişi duramıyor. İkincikat’ta hiç böyle bir kulis görmedim, kendi dilleri, ritüelleri var. Çok özel bir durum. Bu metinden kaynaklanıyor, çünkü metin karşısındakini en sert sözlerle yaralamaya çalışıyor. Buna normal birinin alışması çok zor. Bunu aşıp espiri boyutuna getirmek lazım. Prova altı ay sürdü. Benim çalıştığım en uzun projeydi. O altı ay sürede her ayrılan olduğunda kadroyu tekrar yeniden kurarken bende metni daha iyi ele aldığımı düşünüyorum.
sabit doğan:Altı ay gibi uzun bir sürede sizi yılma noktasına getiren bir şey oldu mu? Bunca aksiliklere rağmen sizi sonuna kadar götüren güç neydi?
İnatçı biriyim. Bu arada ekipteki hiç kimse bu oyunun kaba tabirle tutacağını, mesajının seyirciye ulaşacağını düşünmüyordu ben hariç. Neye tekabül edeceğini de bilmiyorlardı. Bu oyuna devam edenler bile “bu oyun olmayacak, böyle çıkar mı, başka oyun çıkarsaydık” diye düşünmeye başlamışlardı. Ben, hayır bu oyunda bir şey görüyorum ve hayalimi gerçekleştireceğim, gördüğüm bir tablo var, ben o tabloyu ortaya çıkaracağım, dedim. İnanmayanlara da gidebilirsiniz, size kırılmam, incinmem, dedim. Giden çok oldu. Kalanlar “kabile” oldu.
sabit doğan:Sanırım tablonuz gerçekleşti. Seyircinin bu tablo karşısında yapmasını veya düşünmesini istediğiniz bir şey oldu mu? Yani, seyirciler izledikten sonra böyle düşünecek dedikleriniz…
Oyunda vermek istediğim şuydu; aslında gerçek hayatta ne kadar dinliyorsun? Tartış kendinle, sen izlerken o masaya dahil misin değil misin? Sen masaya dahil olmayı istemeyip, kendin nasıl davranmayı düşünüyorsun? Kendi hayatında dinleyebiliyor musun? Bunu biraz tartıştırabiliyorsak ne mutlu bize.
Bu oyunla seyirci profilinizin genişlediğini düşünüyor musunuz?
Yaş ortalaması yükseldi. Bunu ‘Fü’de de yaşadık. Kimi oyunlarda yeraltı sanatını takip eden seyircinin daha çok ilgisini çektiğimizi gördük, kimi oyunlarda da öğrencilerin. Her oyun kendi seyirci kitlesini de oluşturdu. Bir açıdan ‘Kabileler’le ikincikat farklı bir boyut kazandı. Yani bireyi, toplumu, soyut olanı, hepsini başarılı bir oyunculuk ve akıcı bir reji ile bir arada gösterebiliyoruz. Seyirciyi birçok anlamda doyuruyoruz. Yani umarım öyledrir.
sabit doğan:Bir oyunun ömrünü belirleyen şey nedir? 20-25 yıl oynanan oyunlar var, elbette bizde bu daha kısa sürüyor ama uzun ömürlü oyunlar var diyebiliriz. Aynı zamanda binr iki ay içinde kaldırılan oyunlar da oluyor. Bunun nedeni; yeterli seyirciye ulaşıp ulaşmaması mı, içinize sinmemesi mi, başka fikirler ve projelere yer vermek mi?
Maalesef gelirimiz sadece bilet ücreti olduğu için seyirci ilgisini düşünmek zorundayız. Sonuçta ayakta kalmay çalışıyoruz. Mesela sırf seyirci gelmediği için kaldırdığımız oyunlarımız oldu. ‘Altı Buçuk’ bizim bugüne kadar yaptığımız en iyi oyundu. Bu oyuna oyuncularımız ve biz çok güveniyorduk. Ama seyirci gelmedi, kaldırdık. Çok arkasından durmaya çalıştık ama Ama olmadı. Bazı oyunların talihi diye bir şey vardır. Seyircinin hiç gelmediği bir oyunu benim içime siniyor diye 30 sene oynamak ne derece doğrudur. O da başka bir enerji sarfiyatı…. Hiçbir gişe getirisi olmayan bir oyunu sürdürdüğünüzde tiyatroyu aşağıya çeker. Keşke arkasında durmak istediğimiz bir oyunu seyirciye ücretsiz oynayıp daha çok kişiye buluşturabilsek. Bu mümkün değil. Oyuncular için de önemli çünkü boş koltuklara oynamak çok moral bozucu.
sabit doğan:Söz seyirciden açılmışken: Seyircileriniz size ulaşabiliyor mu?
Sosyal medayadan, facebook, twitterden ulaşabiliyorlar. Bazen oyun çıkışı seyircilerimizle sohbet ediyoruz. Çok beğendiklerinde bazı replikleri sosyal medyada paylaşıyorlar. Seyirci ile yakın temasa geçmek önemli bence. Hangi oyunu neden sevmediklerin öğreniyoruz. Eleştirmenlerin görüşlerini önemsiyoruz. Seyirci ile yakın temasta bulunmak her zaman iyi. Bu ülkede ünlü seviciliği ve magazinsel bir durum var. Mutlaka bir oyunun ilgi görebilmesi için bir ünlünün olması gerekiyor, eleştirmenlerin görüş ve düşüncesi o kadar önemsenmiyor. Bazı oyunlarda da bu kırılabiliyor. Bunu seyirci “kulaktan kulağa” dediğimiz sahiplenmeyle yaratıyor. Kabileler böyle bir oyun oldu mesela. Bu da oyunun kıymetini artırıyor.
sabit doğan:Siz eleştiri ve eleştirmenler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Benim eleştirmenden beklentim bana bir şey katması. Kendi bakış açısıyla gördüklerini nedenleriyle açıklarsa bir faydası olur. O zaman daha çok anlarım ve ben eleştirmenle bir noktada buluşurum. “Şu benim hiç düşünmediğim bir şeydi, keşke bunu düşünseydim” demeliyim. Ya da bu bakış açısı ile baktın ama ben böyle bakmadım bu oyuna diyebilmeliyim. Bakmadığım için acaba yanlış mı yamışım sorusunu sormalıyım. Bunların bana katkısı olur. Ama sadece beğendim ya da beğenmedim demesi bana hiçbir şey ifade etmez. Ya da magazin sayfalarındaki şu ünlüyle röportaj yaptım, şunları söyledi, hayatı şu bu yazılarının hiç yararı yok. Neleri öne çıkardıklarını görüyorum. O zaman hiçbir şeyimiz gelişmez, yaptığımız işin neye tekabül ettiğini anlayamayız. Bugün sektördeki bir diğer büyük açık hatta yazardan daha büyük bir açık eleştirmen açığı.
sabit doğan:Ya ödüller… Açıklanan ödül adaylarında ikincikat da var…
Benim için ödül almak veya aday gösterilmek, manevi tatmin açısından önemli. Elbette ‘Kabileler’in aday gösterilmesi bizi mutlu etti. Ayrıca, seyirci sayımızda bir artış oluyor. Reklam amaçlı da bakıyoruz elbette… O seçici kurullarda yer alanların takdiri, saygı duyuyorum.
sabit doğan:Gelecek için projeleriniz?
Önümüzdeki sezonda yeni oyunumuz ‘Vibratör Oyunu’ ve bu mevsimden ‘Kabileler’ olacak. Biz yazın sezonu kapatmıyoruz. Turneler haricinde oyunlarımızı sahnelemeyi sürdüreceğiz. Ben yeni bir oyun yazıyorum: ‘Yuva’… Amerika ile bir ortak projemiz var, çalışmalarımız sürüyor: İngilizce ve Türkçe karışık oynanacak.
sabit doğan: ‘Vibratör Oyunu’ İstanbul Festivali’nde seyirci karşısına çıkacak. Çalışmalar ne aşamada?
1880 yılında ilk vibratörün icadını anlatıyor. Kadınların histeri hastalığına kapıldığını düşünen bir doktor kadınları iyileştirmek için vibratör adında bir icat yapıyor. Tam elektiriğin icat edildiği zamanlardayız. Erkekler eşlerini tedavi ettirmek için doktora götürüyor ama doktorun ne yaptığı hakkında bilgileri yok. Kadınlar düzeliyor ama doktor bu icadını kendi eşinde uygulamıyor. Eşi bir gün doktorun muayene odasından gelen sesleri merak ediyor ve olayı keşfediyor… Kadın olmakla ilgili bir oyun. Erkekler kadınları önemsemiyor sadece cinsel olarak istiyorlar. Kadınlar bunun bilincinde değil, bunu kendi görevi gibi görüyorlar. Bu içlerinde birikip histeri hastalığına yol açıyor. Bunu da yine erkekler diyor. Tony Ödülleri’nde aday olmuş çok başarılı bir oyun. İlgi göreceğine eminim.
sabit doğan: Bundan sonra hedefleriniz, planlarınız ne?
Biraz daha uluslararası projeler üretelim istiyoruz. Amerika ile projelerimiz var. Biraz daha gelişsin, İngiltere’ye, Fransa’ya taşınsın istiyoruz. Yaptığımız her şeyde hedefimizi bir basamak üste taşıyoruz. Umarım o basamakları giderek daha çok aşarız… Gelecek yıl ‘Kabileler’i, ‘Vibratör Oyunu’nu daha çok kişinin görmesini istiyorum. Güzel bir sezon bizi bekliyor. Umarım seyirci de bizim arkamızda durur.
sabit doğan: Bir de oyun yazarı kimliğiniz bulunuyor. Masada hangi oyunlar var?
Üç oyun birden yazıyorum. Bunlardan ilki ‘Beni Bırak’, ‘baba’ kavramı üzerine düşündüğüm ‘Limonata’ ile başlayan ‘Sürpriz’ ile davam eden üçlemenin son oyunu. Aynı karakterin bir yolculuğunu yazıyorum. ‘Limonata’ orta yani 30 yaş civarını konu alıyordu. ‘Sürpriz’de 25 yaşındaydı. Şimdi 35 yaşında babası ile artık hesaplaştığı bir gece geçirecek… ‘Yuva’ ise Türkiye’den kaçan iki kardeşin birinci sınıf bir ülkeye gittiğinde yaşayabilmesi ve yuva bulma çabası üzerine bir oyun…’HanGre’ de Hansel ve Gretel’in öyküsünü Türkiye’ye uyarladığım bir müzikal. Orta alt sınıf bir ailenin yaşamını sürdürmeye çalıştığı bir evde geçiyor. Biraz arabesk bir müzikal… Üçünü de yazarken bir heyecan duyuyorum
sabit Doğan: Yönetmeyi çok istediğiniz bir oyun var mı?
‘Angels in Amerika’yı sahneye koymayı çok isterim. Tony Kushner’in yazdığı bu oyun, bugüne kadar yazılmış en iyi oyun. Ancak çok Amerikalı, buraya çok tekabül etmiyor. Ama bir gün elime fırsat geçerse onu sahneye koymayı düşünüyorum. ABD’deki sorunları politikanın çöküşünü, AIDS hastalığını konu alıyor. İçindeki detaylar, saymakla bitmeyecek kadar çok. Mike Nichols’ın yönettiği filminde Al Pacino, Meryl Streep, Emma Thompson oynamıştı.
Sonunda sonuna kadar “sindire sindire” okuyabildim. İlgiyle takip ediyoruz.
Emeğinize sağlık