İÇİNDEN ÇIKILAMAYAN İÇİNE GİRİLEMEYEN EV;MUSTANG

0

Bir Türk yönetmenin elinden çıkmış Fransa’nın 2015 yabancı film Oscar adayı Mustang tutucu gelenekten kaçışın öyküsü anlatmak için yola çıkıyor ama sanki giriş çıkışın yasak olduğu bir hapishaneden pek de öteye gidemiyor…

 

Ülkemizden bir sanatçı uluslararası bir ödüle ya da adaylığına layık görülür görülmez ülke ikiye ayrılır: “Dışarıya” nasıl yansıtıldığımız merakı ve kusur bulma çabasıyla sanat eserine yandan yandan bakanlar ve eser nasıl olursa olsun “dışarıda” temsil edilmenin gururuyla tüm kusurları görmezden gelenler. Her ikisi de milliyetçi, biz ve ötekiler, dışarıdakiler ve içeridekiler ayrımına saplı kalmış kitle bakışı sonra eseri eleştirmeye ve eleştirirken kavga etmeye başlar; ülkemizi kötü göstermişçilerle, niye kötü göstersin biz buyuz işteciler birbiriyle çatışır. Her ikisi de bu sefer “içerideki” biz ve siz ayrımına saplanır. Deniz Gamze Ergüven’in yazıp yönettiği, Fransa’nın yabancı film kategorisinde Oscar adayı Mustang’i, bütün bu bölünmüşlüklerin içinde sinema yapmanın, sinema sanatçısı için seçim yapma gerekliliği demek olduğunu düşündürüyor: Yerel mi kalmalıyım, uluslararası kulvara mı oynamalıyım…

Öncelikle filmin Oscar adaylığının Türkiye değil Fransa’da olduğunu akılda tutmakta fayda var. Yani yerel olma çabası yok. Peki o zaman neden ütopik bir Trabzon kurgusunda geçtiğini milliyetçilikten değil de ayakları yere basmamışlıktan doğru sorgulamak gerek. Film yetim kalmış, babaanne ve amcalarıyla yaşayan beş kız kardeşin öyküsünü anlatıyor. Karakterlerin Türkçe konuşmasından ve okulun son gününde belli ki tayini çıkmış İstanbul’a giden Deniz Öğretmen’le vedalaşma sahnesinden Türkiye’de olduğumuzu anlıyoruz. Sonra burayı bir Ege kasabası sanarken, filmin ortalarına doğru Trabzon’da olduğumuzun farkına varıyoruz. Ben bir süre, Jeffrey Eugenides’in romanı Bakir İntiharlar’ın bir uyarlamasını izlediğimi düşünüyorum ki kitaptan ve Sofia Coppola uyarlaması olan filminden etkilenişi zamanla açık bir şekilde kendini gösteriyor.

Beş kız kardeşin genç kızlığa geçişleri, mahalle baskısıyla eve kapatılışları, baskının artmasıyla daha çok dışarı taşmaları, kaçışları, kabulleniş ya da intihar edişleriyle akan filmde yoğun bir erotizm de var. Erkek gözü için yaratılmış erotizmi filmdeki erkeklerin gözünden görmekse mümkün değil. Kendi derdine gömülmüş, sık sık erkek arkadaşlarına evde rakı sofraları kuran amca da, aşık olan ya da annesinin elini tutup görücüye gelen gençler de kendi hallerinde, masum karakterler gibi kurgulanmış neredeyse. Taciz yok, ağız burun kırmalı dayak yok… En yoğun erkek çıkışını ise düğün için çocuk gelin Ece’yi almaya geldiklerinde herkesi dışarı atıp eve kapanan Ece ve Lale dışarıdakileri çileden çıkarmaya başladığı sırada erkeklik gururuna yenilen damat adayında görüyorum: “Hiç bu kadar aşağılanmadım, düğün iptal!” Fazla iyimser bir bakışla, filmin derdinin kadınlar kadar erkekleri de cenderesine alıp mağdur kılan bütün bu geleneksel hapishaneyle olduğunu söyleyebiliriz. Bu hapishaneden çıkışa da yine bir erkek yardım ediyor. Yasin karakteri geriye kalan iki kızla dayanışarak onları İstanbul’a, -güya- özgürlüğe gönderiyor. Yani aslında ülkenin en büyük hapishanesine.

mustang-3

Dışarısı ve içerisi, yerellik ve uluslararasılık ayrımını bana en çok hissetiren sahne de iki kızın kendilerini eve kapattığı bu sahne. Günden güne demir parmaklıkları yükselen, daha çok kapısı kitlenen bu eve dışarıdan da girilememesi, yönetmenin kendi ülkesinde hapis kalmakla, dışarı çıktığında Fransa üzerinden yeniden giremeyişi arasındaki gerilimi çağrıştırıyor.

Maça kaçan kızların televizyonda görülmesi tehlikesine karşı trafoyu patlatan Emine hala hariç Mustang bir kadın dayanışması da vaadetmiyor. Zaman zaman kıskançlığa ve rekabete, zaman zaman da dayanışmaya dönen kızkardeşlik meselesi homoerotik boğuşmalar dışında neredeyse hiç işlenmemiş.

Bülent Arınç’ın kadınların kahkaha atmamaları gerektiğini vurguladığı televizyon konuşmasına kıkırdayarak isyan eden kızlar, dolabın içindeki kör göze parmak görünen #direngezi gibi klişe olmaya aday sahnelerle yönetmen tarafını belli etse de film, çocuk gelini İstanbul entelektüelinin kollarına atarak kolaya kaçıyor ve sürücü koltuğuna geçerek özgürlüğe adım atan kız çocuğunun yarattığı olası ümidi de yerle bir ediyor. Psikolojik bir derinlik sunamadığı gibi diyalogları ve mekan kullanımındaki ütopik hâl ile film kızların saçlarıyla birlikte havada uçuşuyor.

Filmin yerellik iddiası olsa, kızlar eve kapatıldıktan sonra mürebbiye gibi gelip yemek yapmayı öğreten kadınların mantı değil hamsili pilav tarifi vermelerini, kızların kan revan içinde kalarak dayak yemelerini, saçlarını salamamalarını, düğün gecesi kan gelmediği için hastaneye götürülen kızın doktor tarafından da aşağılanmasını bekleriz. Elbette bir filmden tüm gerçekliği vermesini istemeyiz ama masal anlatmaya çalışırken yarı-gerçekliğe saplanıp kalıvermek, sanki Lale’nin el frenini indirmeden arabanın hareket etmesini beklemesinde ifade bulmuş. Türkiye gerçeğini anlatmaktan çok yurtdışı ödülleri için yapılmış, masalsılık iddiasında bir film olduğu için bu konuda fazla üzerine gitmeye gerek yok. Fakat şunu sormadan da edemiyor insan; sanat sanat için mi yapılmalı, ödül için mi?

16.01.2016

YEŞEREN OLGU ALİBEYGİL

www.dirensanat.com

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.