Pink Floyd psychedelic rock ve tiyatro/ Murat Özden Yazdı

0

                                    “Paylaştığın Senindir, Biriktirdiğin Değil” Yunus Emre 

Psychedelic (*) soyutluktan anti-totaliteryan savaş karşıtlığı somutuna ulaşmış, bir boyutuyla hazin ve grotesk öbür boyutuyla gotik bir modern zaman masalıdır, Pink Floyd.

Yüzlerce yıllık geleneklerine bağlılıklarını bir ulusal övünç nesnesi haline getiren İngiliz muhafazakârlığının 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bile hâlâ, toplumun geniş kesimlerine egemen olduğu bilinen bir durum. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere toplumu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sağlanan görece refah ve konforlu medeniyetin, üzerinde güneş batmayan imparatorluk kibiriyle ve muhafazâkarlığıyla ortaklaşıldığı bir konsensus içinde yaşayıp gidiyordu. Taaki taşra liman kenti Liverpool’un kenar mahallesindeki, kendi ifadeleriyle “dört tane piç”in, ama dünyanın onları andığı tabirle “Fabfour / Muhteşem dörtlü”nün o sarsılmaz sanılan değerlerinin üzerinde tepinene kadar. Greyder gibi muhafazakâr kayaları yerinden oynatan, sonra da söküp atan Beatles grubuydu. Lokomotif hareket etmişti bir kez; ardına bile bakmadan kendi yolunun raylarını da döşeye döşeye yola revan oldu, tüm renkliliğiyle… Beatles’ın ardından yuvarlanan kayalar raylara dizildi: Rolling Stones. Arkasının gelmesi gecikmedi; Led Zeppelin, Deep Purple, The Kinks… Katar metamorfoz mucizesi yaratıyor, konformizmin hegemonyasını tarumar ederken bir cenahı çileden çıkarıyor büyük çoğunluğu ama bilhassa genç insanların gözlerini kamaştırıyordu. İnsanın yaratıcılığının sınırı yok ki… Bu kadar yenilik ve ihtişamlı güzellikler, protest ve nonkonformizmi içkin kılarken Revolution, Revolutin 9 ( Beatles ), Satisfaction, Street fighting man ( Rolling Stones – 68 mayıs sokak eylemlerine ithafen yazdıkları şarkı ) ile psychedelic âlemlerden yeryüzüne iniş yaptılar. Tabii sadece Londra’da ya da Britanya adasında değil; çünkü dünya kulak kesildi bu seslere ve müziklere. Bu arada Londra underground mahfillerinde acayip bir dörtlü, Beatle Paul Mccartney’ in  insanı nakavt eden müzikleriyle esrarengiz ve magazin tuzaklarını zekice savuşturan, söz, müzik ve şarkılarıyla agresif ve progresif teatral, ışıklı imgelerin akarak insanı içe bakmaya yüreklendiren çıkışları ile devler arasında kendine yer açmayı başarabiliyordu: Pink Foyd.

Bu okul grubunun elemanları, hem üniversitede politeknikte mimarlıktan hem çocukluk ve mahalle arkadaşlığından zaten tanışlardı. Birbirinin dilinden anlayan dört ‘hippi’nin gerek müzikal / melodik, gerekse sözel temalarıyla serimledikleri radikalizm, başlayan yeni algı dönemine de çok uygun düştü. Kaba olmayan örtük ve ince anarşizmleriyle, kapitalizmin kurumsallıklarına ve kurumların tahakkümüne saldıran anti-otoriteryan sözleriyle müziği başka istikametlere yönlendirebildiler.

Dünya bu grubu tam elli yıl dinledi, konuştu, yazdı. Belgeselleri, sinema filmleri yapıldı. Fanları dünyanın her yerinde onları kült bir efsane konumuna getirdi, kendileri hiç istemeseler de.

Grubun kuruluşunda ve ilk döneminde (1965 – ‘66 ) itici gücü Syd Barret’ti. Gitar ve vokalde Syd Barret, bas ve vokalde Roger Waters, Rick Wright, klavye ve vokalde Rick Wright, davulda Nick Mason ile başlayan ilk evre, Syd Barret’ in ruhsal ve fiziksel çöküşü sonrası 1968 yılında gruptan çıkarılmasıyla sona erdi. Grubun hırslı ve azimli üyeleri, uyuşturucuya yenilen Syd ile yollarını ayırma kararını aldıktan sonra, Syd’ in çocukluk arkadaşı David Gilmour’u gruba aldılar. Gilmour, Syd’ den daha usta ve daha yetenekli bir gitaristti. Böylece, Pink Floyd serencamında ikinci dönem başladı.

Basit mutluluklara dayalı otantik hayatlara çağrı manifestoları biçemindeki şarkı sözlerinin ana söyleminde otorite nefreti, totaliteryanizme duyulan tiksinti zaman ötesi ve ideolojiler üstüydü. Tüketim toplumunda atomize olan bireyin iletişimsizlik girdabındaki pasif dönence haline karşı “ben senim ve gördüğüm kendim”, gibi empatinin başlangıcıyla şefkatli bir ses oldular. Acındırmadan ve bu korkunç yalnızlığın arızi olduğuna, aşılabileceğine vurgu yaptılar hep. Ama bu aşma olayının yanlış adımlar, yanlış iç hesaplaşmalar ile yenik, ezik, tutunamayan bireyin faşizmin kitle tabanının itaatkar ve otoriteye ‘mutlak biat’a giden yola da sapabileceğine dikkat çektiler. Bunun ışıklı, görselli, müzikli tiyatrosunu yaptılar, ki Pink Floyd gösterilerinin farklılığı bu oldu.

Sınırları zorlama isteğiyle deneysel yoldan ileri gitme arasında mücadele veriyorlardı. Modern dünyada yaşamayla ilgili temalar; toplumsal baskının bir yöne ya da bir diğerine yönlendirmesi deliliğe, açgözlülüğe, ölüme, empatiye… Pink Floyd bu temaları agresif sözlerle, progresif rock tarzındaki psychedelic müzikleriyle işlerken sahne gösterileri bir rock konserinden ziyade tiyatro ve müziğin tam anlamıyla içiçeliğiyle yapılıyordu. Işıklar, imgeler sahneden üzerlerine akıyor, esrarengiz algılar zihinsel metamorfoz ile yepyeni algı kapılarının açılmasına ışık yolu oluyordu. Dönem öyleydi ama o dönem geçtikten, yaşanıp bittikten sonra da aynı patikada ine çıka sürdürdüler yürüyüşlerini, geriye hiç bakmadan

İnancını yitirmiş yetişkine dair temalar zamansızdı. Büyüleyici terapi seansları gibiydi Pink Floyd dinlemek.Bundan sonraki yazıda, rock ve tiyatro edimsel sanat bağlantısına bakmaya çalışacağım, çünkü bu alanda yaptıkları Pink Floyd’ un alamet-i farikasıdır.Murat ÖzdenDiren Sanat

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.