TAMER LEVENT

Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydüm. 5 Nisan 1994 tarihinde ‘tasarruf tedbirleri’ ile ilgili Başbakanlık genelgesi gelmişti. Genelgenin bir maddesi, “Kurumlar, tiyatro oyunları sahnelemeyecek, turneye gitmeyecek, festival gerçekleştiremeyecek!” diyordu. Başbakanlık genelgesi, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne Kültür Bakanlığı tarafından havale edilmişti. Yukarıda belirttiğim maddenin gereğinin uygulanması için… Yani Devlet Tiyatrolarının, tasarruf tedbirleri ile perdelerini kapatması isteniyordu. Benim ise buna aklım ermiyordu.

Tamer Levent

Savaş dönemlerinde bile insanlar birbirlerine kendilerini ifade etmek için tiyatro yapmış iken; toplum kendi değerlerini böylece koruyarak insan olmanın ortak değerlerini paylaşarak güçlü olmaya çaiışırken, bizde en çok ihtiyaç duyulması gereken zor bir dönemde Devlet Tiyatroları perdelerini kapatacaktı!.. Bunları düşünerek, bir yandan da o maddeyi defalarca okuyordum. Bir yandan da, Bölgelerde ve Ankara’da 150 oyun prova yapmış, oyunlar ayrı ayrı ekiplerle çalışılmış, her ekip bir anlamda bağımsız bir oyun gurubu olmuştu. Onlara bol bol turne yaptırabilecektik. Ama 5 Nisan kararları bunları yasaklıyordu.

Ben müthiş bir dikkatle bu genelgeyi okumuş, en çok da bizi ilgilendiren maddeye konsantre olmuştum. Belki de, o hızla nerdeyse 500 defa okumuştum bu maddeyi. Bir türlü kabul etmek istemiyordu aklım ve vicdanım bunu. Nihayet aniden bir şeyi farkettim: Bu maddede “kurumlar” deniliyordu. Oysa, Devlet Tiyatroları herhangi bir bürokratik kurumla özdeşleştirilemezdi. Yani Devlet Tiyatroları ‘Tiyatro’ yapmak için kurulmuş, devlet ödenekli bir kurum idi. Yani diğer kurumlarla bir tutulamazdı.

Bunu neden anlattım?  Eğer bu maddeyi yanlış anlayıp Devlet Tiyatroları’nın 16 bölgede 20’nin üzerindeki sahnesinde, bütçeleri açılmış, dekoru, kostümü yapılmış, provaları bitmişti. Oyunlarını izleyici ile buluşturmak yerine, perdeleri kapatsaydık, harcanan para ve emek ziyan olacaktı. Topluma da “tiyatro yapmak gereksiz bir çabadır” mesajı verilmiş olacaktı. Tasarruf yapalım derken, emek ve bütçe savrulmuş olacaktı. Provaya girmiş diğer oyunlar durdurulacaktı. Tek görevi tiyatro yapmak olan bu kurumun tüm personeli, oyuncuları, yönetmenleri, dekor-kostüm-ışık tasarımcıları, teknik personeli, idari personeli hiç bir iş yapmayacaktı. Çünkü, bu madde Toprak Mahsulleri Ofisi’nde uygulanıyor olsaydı, orada ana görev devam edecekti. Sadece kültürel amaçlı sanatsal faaliyetler duracaktı. Ama Devlet Tiyatroları’nda, tüm faaliyetler duracaktı. Bu maddeyi düz bir mantıkla uygulayacak olsaydım, belki de kimse, ”Bu madde Devlet Tiyatroları’nı  hariç tutuyor!” demeyecekti. Aksine uygulamam gerektiği konusunda ısrar eden bürokratlar olmuştu.

Bu, bence bir durum göstergesi… Bizde sanat kültürünün anlaşılmadığının göstergesi!.. Oysa, sanat kültürünün 16. yy’dan günümüze “yeniden doğuş” anlamında güncellenmesinden günümüze, 400 küsur yıl geçti. Engizisyon mahkemesinin insanlık dışı felaketlerinden kurtulan Hıristiyan kültürü, kendini güncelleyerek ortak anlayışta da yenilenerek, sanatta, bilimde ve sınai-teknolojik kalkınmada büyük hamleler yaptı. Antik Yunan kültüründe MÖ. 500. yy.’da yaşanan tartışan bireyin, başkalarının farkına vararak, kendi kendini yönetmesi kültürü, yani Demokrasi kültürü, 16. yy’da yeniden gündeme gelmişti… 1789’dan sonra da, hızla gelişen demokrasi kültürü, içinde bulunduğumuz zaman dilimine dek bu kültürü geliştirerek korudu, bir ‘yaşama sanatı’ haline getirdi. Bu kültürü ve sanat kültürünü içselleştirememiş toplumlar ise aynı gelişmeleri gösteremedi… Eğer Rönesans olmasaydı, Hıristiyanlıkta da,16. ve 17. yüzyılda başlayan, kavramların güncellenmesi bakış açısı gelişemeyecekti. Ne matbaa icat edilebilecekti, ne elektrik ne de tıp gelişmeleri sağlanamayacaktı.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!.. Kadın ölümlerinin ve kadına gereken insani değeri vermeyen tutum ve davranışların hatırlanması ve insanlığın öz eleştiri yapma günü!.. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, yaşamımız sanki dinimiz buna cevaz veriyormuşçasına kadına insanlık dışı şiddet, taciz, tecavüz olaylarının arttığı, din temalı savaşlar ve çatışmalar ile, Hıristiyanlığın Rönesans öncesi dönemlerini hatırlattığı bir 21. yüzyılı sürdürmekteyiz. Teknolojinin insanlık tarihinde en çok atılım yaptığı 21. yy’dan söz ediyorum. Yapay zekanın geliştiği, robotların insanların yaptığı işleri onlardan daha iyi yapacağı söylenen bir çağ. Ancak bu teknolojinin özellikle silah kanadının bütün dinsel fraksiyonlar tarafından acımasızca kullanıldığı bir çağ. Savaş ortamında insanlık ve uygarlık kavramlarının geçersizleştiği, ganimet ve yağma kültürünün de hortladığı bir ‘yıkım çağı’ aynı zamanda. Bu yıkım çağının oyuncuları insanın mutluluğu adına bir gelecek teorisi üretmekten çok uzak. Halihazırda robottan farksız birer ölüm makinası halindeler.

Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşunun 90.’cı yılında bir açıklama yaparak, ”İslamiyet kültürünün, kurulduğu gün ve zamandaki gibi yaşanamayacağını; içinde bulunduğumuz çağa göre güncellenmesi gerektiğini“ açıklamıştı. Eğer bu güncelleme yapılamazsa “İslam dini içerisindeki teknolojiyi red eden ve teknolojiyi kullanan görüş ayrılıklarından ötürü, savaşların hiçbir zaman sona ermeyeceği” dile getirilmişti. Bugün hangi İslami fraksiyondan olursa olsun, motorlu araç, otomobil, otobüs, tren, uçak kullanmayan bir dindar kişi belki vardır. Ama sayısı kim bilir ne kadar azdır. Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’de, yine aynı amaç doğrultusunda, İslam Âlimleri Konferansı düzenlemiş, bu son derece önemli toplantıda aynı sorunu dile getirerek İslam’ın güncellenmesi konusunu gündeme getirmişti. Bu konuda olumlu ve olumsuz görüşler dile getirilmiş, bu talebin emperyal güçlerin talebi ise kabul edilemeyeceğini söyleyenler olmuştu. Oysa konunun emperyal güçlerle ilgisi olsa da-olmasa da kendi gerçekliği ve yaşadığı sorunlar, zaten bu güncellemeyi gerekli  kılacak ciddiyete… Türkiye Cumhurbaşkanı da aynı düşünceyi dile getirdi. Bu konu hükümet ve muhalefet kanatlarının kültür yaratmak adına birlikte hareket edebilecekleri bir konudur. Gündemin başında, hacmi çok büyük olan bir kültürün, büyük bir samimiyetle, kendini güncellemesi talebi olmalıdır. Bu talebin ortak akıl ve samimiyet ile gerçeğe dönüşmesi halinde, ‘sanat kültürü’ tüm dünyada yeniden bir umut olacaktır. İslamiyet, sadece kendisi için değil tüm dünya kültürü adına, içinde bulunduğumuz çağın kültürünün, yeniden insanı odak noktasına alarak, çağı şekillendirecek bir adım atmış olacaktır. O zaman toplumsal bunalım dönemlerinde insanlar, ‘sanat’ kavramını terk etmeyi değil, onu daha çok sahiplenmeyi tercih edeceklerdir. Kitle savaşları dönemlerinde olduğu gibi insanlar birbirlerini öldürme vahşeti ile insanlıktan çıkmak yerine, cephede birbirlerine şarkı söyleyip, küçük hediyeler paylaşabilecektir. Yıllarca süren Viyana kuşatmasında olduğu gibi, cephede sanatsal etkinliklerle, savaşa rağmen aslında birbirlerine ne kadar benzer insanlar olduklarını göstermeye çalışacaklardır.

Savaşların bu kadar acımasız ve insanlıktan yoksun olduğu başka zaman dilimleri mutlaka olmuştur. Ama savaşın tek çözüm  yolu olduğu varsayımında, insanlık yine barış kültürünü ve tutkusunu, sanatını konuşmuştur. Bugün sanat kavramını böyle anlaşılması gereken, yaşamın vazgeçilmez bir hayat damarı olarak görememek, içinde bulunduğumuz çıkmazda tüm insanlığı çözümsüzlük, umutsuzluk içine sürüklemekte. Çinli komutan Sun Tsu MÖ 6. yy’da Savaş Sanatı isimli kitabı yazarak, savaşta insan canının korunmasının önemini anlatmıştı. Atatürk “Ben askerliğin sanat halini severim” demişti.

Bu yazının başında anlattığım anıda ne yaptığımı anlatmamıştım. Devlet Tiyatroları’nın bizim toplumumuz için taşıdığı öneme inancımla; insanın moral değerlerini korumak ve problemler karşısında güçlü kalabilmesinde, sanat kavramını yaşama biçimi yapması gerekliliğine duyduğum masum tutkuyla, bir dilekçe yazdım. Tasarruf tedbirleri genelgesinin Devlet Tiyatrolarını kapsamadığını bütün içtenliğimle ve onu kanıtlayan gerekçeleri ile dile getirdim. Perde kapatmanın her bakımdan zararlı olduğunu gerekçeleri ile anlattım. Devlet Tiyatroları’nın tasarruf tedbirlerinden muaf tutulması gerektiğini dile getirdim. Dilekçe kabul edildi ve bu çok özel kurum, tasarruf tedbirlerinden muaf tutuldu!.. İçinde bulunduğumuz çağın insanlığı, yaşamı günün yarattığı olanakları da kullanarak doğru okumak ve doğru yönlendirmek sanatını geliştirmek zorunda. Aksi takdirde bugün yaşadığımız travma kendi kendine sona ermeyeceği gibi daha büyük yıkımlara kapı aralamakta! Yunus Emre’nin “Dört kitabın manası bir!” tespiti, insanlığın bu yüzyılın mucizesini gerçekleştirme anahtarı… Yeter ki bu masumiyet ile insanlık içinde bulunduğu çağın sorunlarına -sanat ile- ortaklaşa çözüm arasın!

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.