Berrin Uyar’dan ‘Kızkardeşler’ Filmi Üzerine Bir Değerlendirme

0

Peki film bir kadın filmi mi? Hayır, sadece o değil bence, bir sorgulama, yüzleşme de. Kırsal bölge kadınının, bu erkek egemen toplumda nasıl bir kurtuluşu olabilir ki? Kente gitmek, evlatlık olarak bile olsa, bir kurtuluş yolu mu? Yoksa gönüllü kölelik mi? Bu sorun, üç kızkardeş üzerinden başarıyla sorgulanmış.


                                                                                             Berin Uyar

Kızkardeşler Filminin Ardından

Bir arkadaşım geçen gün „yeni vizyona giren “Kızkardeşler” filmini çok beğendim“ diye yazmış. Bu çocuk hiçbir şeyi beğenmez, beğendiğine göre gidip bir izleyeyim dedim. Kalktım gittim. İyi ki gitmişim.. Şiir tadında ama sert bir film. Sertliği vurdulu kırdılı olmasından değil, izleyiciyi acımasız gerçekle karşı karşıya bırakmasından geliyor.
Anneleri ölünce babaları tarafından kentteki ailelere evlatlık olarak verilen üç „dikkafalı“ ve hatta „nankör“ kızkardeşin, Reyhan, Nuran ve Havva’nın köylerine dönmeleri ve tekrar ne bahasına olursa olsun kente tekrar gidebilme mücadeleleri anlatılıyor. Farklı nedenlerle köye geri dönmek zorunda kalan bu kızkardeşler, başkaldıran, tartışan, hesaplaşan kaderlerine baş eğmeyen duruşlarıyla ezberimizdeki besleme tipini bozuyorlar.

Peki film bir kadın filmi mi? Hayır, sadece o değil bence, bir sorgulama, yüzleşme de. Kırsal bölge kadınının, bu erkek egemen toplumda nasıl bir kurtuluşu olabilir ki? Kente gitmek, evlatlık olarak bile olsa, bir kurtuluş yolu mu? Yoksa gönüllü kölelik mi? Bu sorun, üç kızkardeş üzerinden başarıyla sorgulanmış.

Kadınlar arasında en sevdiğim tip köyün delisi Hatice. Galiba en özgür olan da o.
Film bir dram ancak mizah öyle ustaca serpilmiş ki araya, insanın kahkahalar atası geliyor. Bir iki yerde kıkırdadım doğrusu ama bu mizahın aslında nasıl da kara olduğunu fark ediveriyor insan hemen. Kaç kez dondu dudaklarımda kahkaham.

Emin Alper’in üçüncü filmiymiş Kızkardeşler. Berlin Film Festivali’nde, Türkiye’den Ana Yarışma bölümüne kabul edilen onuncu film. Türkiye, Almanya, Hollanda ve Yunanistan ortak yapımı. Ben oyuncuları tanımıyorum. Ama oyunculuklarındaki sadeliğe ve doğallığa hayran oldum. Kamera karşısında, iddiasız, gösterişsiz ve rol yapmadan yer almışlar, sanki günlük bir yaşamı sürdürür gibi. Özellikle, kimsenin ciddiye almadığı biraz deli biraz akıllı Veysel’in oyunu beni çok etkiledi.

Doğrusunu isterseniz, gençliğimin en güzel filmlerini izlediğim Reks Sineması’nda, o yumuşacık koltuklara tekrar gömülmek çok iyi geldi bana. Film başlayınca “eyvah köy filmi” diye düşündüm bir an. Ama bu, gerçekten de bir andı sadece. Film süresince, yönetmenin yarattığı sakin gerilim beni koltuğuma mıhladı. Yavaş bir film ama koşuyor bir yandan da. Heran birşey olacakmış gibi bekliyorsunuz. Oluyor da, ancak her bir olayın, insanı çarpacak kadar dramatik olmasına karşın, filme gürültüsüz, ağlamasız, gösterişsiz, hayatın normal akışı içinde üzerinden atlanması gereken birer eşik gibi yerleştirilmiş olması etkiyi çoğaltıyor. Film sizi hiç bırakmadan bir sonraki resme sürüklüyor.
Resim dedim. Çünkü bir resim sergisinde gibi hissettim bazen kendimi. Filmin geçtiği ve ulaşılmasının çok güç olduğu girişteki yol çekiminden anlaşılan köy ustalıkla seçilmiş. Nerede? Ne zaman? Hangi dağın ardında? Köyün kendisi zaten usta bir ressamın elinden çıkmış bir tablo gibi. Vahşi, ıssız doğaya biraz sepya serpilmiş bir tablo. Yönetmenin, özellikle gecenin derin karanlığında kullandığı ışık kümeleri, ateşin sıcak, kımıl kımıl renkleri, tablonun en uygun noktalarına kondurulmuş karaltılar ve belli belirsiz aydınlıklar; rüzgar, rüzgarın uğultusu, hışırtılar; kuru toprağın, kayaların taşların, sararmış yaprakların ve bembeyaz karın ayak sesi… Müzik var mıydı? Vardı da ben mi farketmedim? Ama son sahnelerdeki ses…Bir çığlık mıydı, bir ağıt mıydı? O kadın sesi muhteşemdi.

Tipler, karakterler… Bence filmde kullanılan her canlının; kötülüğün sembolü olduğunu düşündüğüm akrebin, köyün delisinin, insanın içini ürperten ağaçların, dalların, ocağın, kazanın, seksi çağrıştıran yayığın… kısacası kullanılan her aksesuarın metaforik bir sözü var. Anlamlandıramadığım, neden orada olduklarının yanıtını bulamadığım iki erkek tipi var. Belli noktalarda bir beklenti yaratarak çıkıyorlar ortaya. Eşkiya mı, misafir mi, tesadüfen oralarda dolaşan iki kişi mi? Bu iki kişiden birinin yönetmenin kendisi olduğunu okudum bir yazıda. Acaba dedim Alfred Hitchcock gibi bir görünüvermek mi istedi Emin Alper. Bir de madenciler. Orası bir maden yatağı mı? Konuyla alakası ne? Köy halkı nerede? Bunlar kafamda yanıtsız kaldı. Olmasalar ne kaybederdi film ya da olmalarıyla ne eklendi, bilemedim.

Cinsellik… Bu tabu konu öylesine açık ve doğal oturtulmuş ki filme, şaşırmadım desem yalan olur. Hayalleri, kıskançlıkları, özlemleri ve zaafları ile karakterler yaşamın içinden, kendi derinlikleriyle aktarılmışlar. Bir anlatı sanatı desem abartmış mı olurum acaba?

Filmin sonu sürprizli. Anlatmayacağım elbette. Özellikle kırsal bölge insanının, o coğrafyadaki kadının ve erkeğin çaresizliğini bilenler için sıradan olabilecek bir yaşamı bu kadar sıradışı anlatabilen yönetmenin ellerinden öpüyorum.

Şimdi ilk işim Emin Alper’in diğer iki filmini de bulup izlemek olacak. Tepenin Ardı (2012) ve Abluka (2015). Bu arada Emin Alper kimdir diye internette gezinirken onun sadece yönetmen değil, yazar, tarihçi ve akademisyen de olduğunu ve Barış Bildirisine imza koyduğu için hakkında dava açıldığını öğrendim. Kolay gelsin kardeşim. İşin zor. Bize şiir tadında yeni filmler yapman ve bunun için gerekli maddi kaynakları bulabilmen dileğimle. Bol seyirciler…

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.