İstanbul Film Festivalinin Ardından

0

Eleştirel bakışa fırsat tanıyalım

Birkaç yıldır “TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri” kitabım üstüne çalışıyorum. Amacım iyi sayılabilecek ender dizilerle sürüsüne bereket kötü dizileri birbirinden ayırabilmemiz. Eleştirel bakış her şey için geçerli olduğu gibi diziler için de geçerli. Ama söz konusu dizi olunca çoğu kimse “dizinin iyisi de mi olurmuş” diye dudak büküyor. İşte benim de üzerinde durmak istediğim nokta tam tamına bu. Romanın, tiyatronun, sanatın, sinemanın hem iyisi hem kötüsü olabilir, dizilerin de. Önemli olan bunu görebilmemiz. Nitelikli olanı yeterince irdeleyebilirsek nitelikliyi görebilmemiz de kolaylaşacak. Ama sözgelimi sinemayı bir sanat olarak görmek dizileri ise baştan reddederek küçümsemek önyargıları körüklediğinden eleştirel bakışı daha ilk anda engelliyor.

Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu

Greta

Uluslararası Istanbul Festival’inin en beğenilen filimlerinde biri Isabelle Huppert’in oynadığı sadece heyecanda odaklanan tek boyutlu korku filmi“Greta”ydı . Film bittiğinde salon alkışlardan kırılıyordu. Tehlikeli bir psikopatı oynayan Huppert bu filmde önce zarif, sevecen bir yaşlı kadını canlandırırken giderek artan bir saldırganlıkla gerçek yüzünü gösteriyor, filmin sonunda tam bir canavara dönüşüyordu. Sadece gerilime dayanan ve izleyiciyi iyi bir oyunculuk ve ucuz efektlerle (kameranın ayrıntıda odaklanan kullanımı, gerilimi yükselten bir müzik vb) tavlamaktan başka hiç bir kaygısı olmayan bu filmin hiç bir düşündürücü ya da duygulandırıcı yanı yoktu. Öyle olunca da uyuşturucunun etkisiyle kafamıza bir balyoz yemiş gibi, yani tam anlamıyla sersemleşerek izliyorduk filmi. Bu tür filimlerin içinde en iyilerinden olan Polanski’nin ”Rosmaries Baby”ya da Kubrick’in “Cinnet”inin eline su bile götüremezdi. Film bittiğinde bir kabustan uyanmanın rahatlığını yaşıyorduk hepsi bu. Ama filmde ünlü bir oyuncunun oynaması bile izleyicinin beğenisini kazanması için yeterliydi.

Eleştiri öznel midir?

Kuşkusuz nitelikli/ niteliksiz ayırımını da siyah beyaz çizgilerle sürdürmemiz zor. Bazen sıradan olanın içinde güzel bir şeyler yakalayabiliyoruz ya da tersine beğendiğimiz bir şeyin sorunlu bir yanı da olabiliyor. Bunu özellikle dizilerde çok görüyoruz. Sözgelimi bir kadının mücadeleci kişiliğinin gösterildiği “Gülperi” ya da Mevlana ve Şems’in dünya görüşünün hissedildiği “Bir Zamanlar Çukurova” alışıldık bir aşk öyküsü çevresinde dönen sıradan diziler olmanın ötesinde bir şeyler yakalayabiliyorlar. Ya da “İstanbullu Gelin” başından beri düzeyini koruyan düşündürücü ve duygulandırıcı açılımları çok olan nitelikli bir dizi. Dizideki psikolojik irdelemelerin, karakterlerin inişleri, çıkışlarının, arayışlarının ve gelişmelerinin çok inandırıcı olduğu söylenebilir. Bu da bu diziyi nitelikli kılıyor.

Bir okuyucum beğeni öznel ve görece bir şey değil mi diye soruyordu. Beğeni öznel de nitelikliyi niteliksizden ayırabilmek, yani eleştirel bakış hiç de öznel değil. Ağız tadı da görecedir, kimi şu yemeği sever, kimi bu ama bir yemeğin iyi olup olmadığını anlayabilmemiz yine de hiç de öznel olmayan ölçütlere dayanır. Yemeğin tadı tuzu yerinde mi, kaliteli malzeme kullanılmış mı bütün bunlar nesnel ölçütlerdir.

Sinek Kuşu

Sinemaya dönecek olursam festivalde izlediğim ilginç filimlerin içinde (Oda Hizmetçi, Sevgili Oğlum, Melekler Işıktan Doğar, Gorbaçov’la Konuşmalar) üç film, “Sinek Kuşu”, “Joy” ve “Yüzleşme” gerek içerik ve gerek kurgu açısında çok iyiydi. Uluslararası yarışmada ödül alan Koreli yönetmen Bora Kim’in “Sinek Kuşu” ataerkil ve otoriter Kore toplumda on dört yaşında genç bir kızın öykünü anlatırken insanın yüreğini sızlatıyordu. Genç kız empati eksikliği ve şiddeti ailede, ve okulda farklı boyutlarda yaşıyordu. Sürekli bağırıp çağırarak terör estiren bir baba, mutsuz evliliğinin sonunda duyguları körleşmiş bir anne, durmadan sorun yaratan serseri bir abla ve kızı her fırsatta kıyasıya döven asalak ağabey mutsuz bir aile tablosunu sergiliyorlardı. Okulda korku ve baskı yoluyla çocukları yola getirmeye çalışan otoriter öğretmen ise baskı ve şiddetin bir başka yüzünü gösteriyordu. Bu çıkışsızlıktan kurtulmaya çabası , büyüme, yalnızlık dostluk, sevgi arayışı gibi izlekleri gündeme getiren sımsıcak bir film “Sinek Kuşu”. Filmin ağır temposu yalnızlığı, hüznü, korkuları ve sevgi arayışını anlatan iletisiyle bir bir örtüşüyor.

“Sinek Kuşu” sevgi arayışında büyüleyici anlar yakalıyor. Sözgelimi ailesinin ilgisizliği ve sevgisizliği içinde giderek yalnızlığa itilen küçük kızın Çince kadın öğretmeniyle dostluğu, yaşamında ilk kez birinin onu can kulağıyla dinlemesi, dertlerini, korkularını anlamaya çalışması çok duygulandırıcıydı. Karşılıklı konuşmadan çok suskunluk anları, iki kişinin aynı frekansı yakalamasının yarattığı mutluluk filme farklı bir duyarlılık katıyordu.

Joy

İranlı yönetmen Mortezai’nin“Joy” filmi Avrupa’nın ortasında kadın ticaretini Nijeriyalı hayat kadınlarının açısından gündeme getiriyor. Kadınlar arasında rekabete dayanan acımasız bir yaşam savaşımı, kazanç hırsı ve şiddetin iç içe girdiği bu film de çok vurucuydu. Filmin öyküsünü başkişisi “Joy” un açısından izliyorduk. İyi yürekli ve anaç olan Joy kendini korumak için başkalarını ezmek zorundadır. Öte yandan kalpleri taşlaşmış olan müşterilerin ve kadın ticaretinin içinde olanların acımasızlığı sınırsızdı .Filmin en can alıcı noktasında Avusturyalı zengin bir müşterisi Joy’a büyük bir para verir. Ona ve kızına ekstra bir ev tutacak onları bu sefil hayattan kurtaracaktır. Ancak Joy’un parayı ölesiye hasta olan babasına göndermesi gerektiğini anlayınca “sen benim güvenimi sarstın”, “kimbilir sana verdiklerimi nasıl carcur edeceksin” gibi sözlerle parayı geri almaktan çekinmez. Filmin ilginç yanı tıpkı Michael Haneke’nın filmlerinde olduğu gibi şiddeti doğrudan göstermemesidir. Şiddet donuklaşan bir bakışta, korkulu bir yüz ifadesinde, bir köşede sıkıştırılarak tecavüze uğrayan bir genç kızın bastırılmış çığlığında ya da bir iç çekişte her an hissedilir.

Yüzleşme

Fransız yönetmen Fr.Ozon’un “Yüzleşme”si ise cinsel taciz olaylarından yola çıkarak Katolik kilisesinin ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren çok çarpıcı bir belgesel. Sapık bir rahip tarafından yıllarca cinsel tacize uğrayan iki genç rahibenin rahibin ölümünden sonra olanları açıklamaları, kilisenin buna tepkisi, kadınları susturmak için başvurdukları akılalmaz yöntemler din kurumunu tüm yozlaşmışlığıyla gözler önüne seriyordu. Kadınların geçmişe baktıklarında anlattıkları yer yer çok şaşırtıcıydı. Nasıl oluyor rahip “beni İsa peygamber gönderdi, ben onun temsilcisiyim bana boyun eğmek zorundasın” diye genç bir kıza yıllarca tecavüz edebiliyor? Nasıl oluyor da genç kadınlar bu hiyerarşik ve baskılı ortamda seslerini çıkartmaya bir türlü cesaret edemiyorlar? Dinin insanları hipnotizme ederek nasıl manipule ettiğinin kuşkusuz en çarpıcı örneklerinden birini sunuyor bu film. Her iki filmin de özelliği insanların   yüreklerinin buz tutmuş olduğu acımasız bir dünyayı belleğimizden kolay kolay çıkmayacak bir biçimde göstermeleri.

Festivalde hem içerik hem kurgu açısından en nitelikli filmlerin daha çok Avrupa ve Amerika dışından gelmesi düşündürücüydü. Refah ve tüketim toplumlarında sinema da tıpkı tiyatro gibi artık yavaş yavaş sona mı eriyor? Öyleyse bunun nedenlerini nasıl açıklayacağız? Bu da araştırılması gereken başlı başına bir konu.

Yazımın başında gündeme getirdiğim konuya dönecek olursak, eleştiri , nitelikli olanı niteliksizden ayırabilme yetisi kuşkusuz çok önemli. O zaman eleştirdiğimiz yapıt bu bir dizi, film, roman her şey olabilir kendini yavaş yavaş bize açmaya başlıyor. Yapıtla aramızda “alımlama” olarak tanımladığımız bu diyalog da eleştirinin özünü oluşturuyor.Ama bunun için öncelikle önyargılardan sıyrılmamız ve kendi dışımızdaki dünyalara açılmamız gerekiyor. Oysa insanlar özellikle dizileri ve filmleri kafa boşatmak ya da eğlenmek için izliyorlar. Bu nedenle de “Greta” gibi beyinleri uyuşturan bir film kolaylıkla beğeni toplayabiliyor.

Zehra İpşiroğlu

www.dirensanat.com

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.