YAVUZ PAK VE PINAR ÇEKİRGE’DEN ‘BAŞKA DÜNYA’ DEĞERLENDİRMESİ

0

YERELDEN EVRENSELE SESLENEN BİR DİSTOPYA

 

Jacques Rancière, Özgürleşen Seyirci kitabında, politikanın ve sanatın işleyiş ilkelerini, “duyulur olanı yeniden şekillendirmek” olarak tanımlayarak, ikisinin iki ayrı gerçeklik olduğu kanısını açıkça çürütür. “O halde politik sanatın ya da sanat politikasının, kendi alanı dışındaki “gerçek dünyaya” müdahalesi diye bir durum söz konusu değildir. Çünkü sanatın dışında kalacak bir gerçek dünya yoktur. Zaten “kendinde gerçek” diye bir şey de yoktur; “algılarımızın, düşüncelerimizin ve müdahalelerimizin nesnesi olarak, gerçeğimiz olarak bize sunulmuş olanının yapılandırmaları vardır. Gerçek, her zaman için kurmacanın inşasıdır yani görülür, söylenilir ve yapılır olanın birbirine bağlandığı bir mekânın inşası.”

YAVUZ PAK- PINAR ÇEKİRGE
YAVUZ PAK-
PINAR ÇEKİRGE

                              Bir distopyayı opera sahnesine taşıyan “Yeni Dünya” da, kurguladığı bir mekân ve zaman üzerinden, evrensel bir gerçeklik inşa ediyor. Bilindiği üzere, distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Otoriter, totaliter devlet modelleri ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Distopyanın dışı yoktur. Buna karşılık her distopik kurgu, kendi içinden üreyecek bir direniş anlatısıdır aynı zamanda. Distopya yazarı okuyucuyu kasvete boğabilir, başkahramanı öldürebilir, daha da beteri aşkına ihanet ettirebilir; ancak direniş filizi bir sokak köşesinden burnunu uzatacaktır. Operanın sonunda, Hera’nın aryasındaki gibi: “Sık sık sarsılırız yasla / Ama kul köle olmayız asla!”                                                                                                                                         Tarihin en eski dönemleriyle karışmış olarak belirginleşen öğelerin güncel öğelerle harmanlanması, bu distopyanın izdüşümlerinde kalıcı yapılardan geçici modalara kadar yaşamın binlerce olgusuna rastlanmasına ve sorgulanmasına yol açıyor. “Başka Dünya”, ütopya ve felaketin aynı sahnenin parçası olduğunu varsayan diyalektik bir tutumun, geleceğe dair umudu çoğaltabileceğini ve çağımızın hem tehlikelerini hem de olanaklarını içeren bir kurgunun eseri. Öyle ki, bugün dünyanın sonunu hayal etmek, egemen sistemin sonunu hayal etmekten daha olası görünmektedir. “Başka Dünya” gibi distopyalar, belki de ütopyaların katledildiği bir tarihsel iklimin yeşerttiği ve ütopyaların yeniden insanlığa umut olacağı geleceği inşa etmek üzere sahne alan eserler. Günümüzün kapitalizmi, ütopyayı totaliterlikle özdeşleştirerek, “gerçeklerle” ilgileniyor olmakla övünüyor: “Acil sorunlarımız var; açlık, kimlik hakları, ekoloji; ütopyanın, anti-kapitalist kavganın sırası mı şimdi?” algısı üretiyor sürekli. Oysa, bizzat kapitalizmin kendisi, insanlığa dair tüm bu sorunların beşiği ve gerçekliğin en büyük düşmanı. Ancak, ütopyaları geriletebilse de, hiçbir sistem, hiçbir iktidar, sanatın ve insanlığın direniş formu olan distopyaları engellemeyi başaramadı tarih boyunca. Distopyanın gücü, sanatın eleştirel dili ile ürettiği direngen gücünde, etik duruşunda ve estetik sarsıcılığında gizli belki de.

Bir sanat eserinin etkisi, izleyicisine yönelmesiyle ve onda varolan potansiyeli harekete geçirmesiyle ölçülebilir. Nitekim “Başka Dünya”, sarsıcı tesiri, “açık biçemi” ile perçinliyor. İllüzyondan kaçınarak seyirciye dönük olarak sahneleniyor ve bu sayede, seyirci, yapıtla özgürce karşılaşıyor. Aritotalesçi bir katharsis yerine, seyirci kendi anlam ve duyum evreninin derinliği ölçüsünde yapıtla ilişki kurabiliyor. Eserin ortaya konuluşu ile onun yorumlanma rejimi arasında zengin okumalara olanak tanıyan bir diyalektik bütünsellik bulunuyor. Böylelikle, eserin farklı açılardan yorumlanmasının ve duyumsanmasının önü açılıyor.                                                                                                                             dunya          Öte yandan, “Başka Dünya” biçimsel olduğu kadar içerik olarak da “çağdaş” bir yapıt. Çağdaşlık, Spinoza’nın öğretisinde, doğal bir “conatus” (varlığını sürdürme çabası) ile toplumsal, kurumsal ve demokratik süreçlerin duyulur boyutunu oluşturan “amor” (tutku, arzu) arasındaki çatışmaları ifade eder. Bu anlamda çağdaşlık, postmodernitenin çelişkileri üzerinden yeniden değerlendirilebilir. Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında otoriter ve hatta totaliter rejimler inşa eden neo-liberalizmin postmodern paradigması, iktidar ile hayat arasında ortaya çıkan çelişkileri bünyesinde fazlasıyla barındırıyor. Bugün, postmoderniteyi bir ütopya değil, bir distopya olarak yaşamak ve onu gerçek çelişkilerle kesişen bir gerilim süreci olarak görebilmek tarihsel önem taşıyor. Postmodern dünyaya içkin çelişkili içeriğin etrafından dolaşmak yerine, onu çaprazlamasına kat ederek, onun ötesindekini hayal etmek ve mevcut gidişatı değiştirmeyi düşlemek, ancak çağdaşlığın tarihsel bir kavrayışına işaret ediyor. Böylelikle, bugün postmodernitenin çelişkilerini doğru biçimde çözme ve gelecekte iktidar kavramından külliyen kurtulma yönündeki iradenin filizlenmesi mümkün olabilir. Yine Spinoza’nın deyimiyle, “çağdaşlık, direniş ve özgürlük yolundaki sonsuz iradeyi ifade etmenin yegâne yoludur”. İşte “Başka Dünya” operası tam da bu anlamda çağdaş bir yapıt olarak yerelden evrensele bir seslenişi ifade ediyor.

Libretto ve Müziğin Mükemmel Doku / Kan Uyuşması…

Librettosunu Tarık Günersel’in yazdığı, Selman Ada’nın bestelediği ve Yekta Kara’nın yönettiği, İstanbul Devlet Opera ve Balesi yapımı olan Başka Dünya, fantastik ve bilim kurgu özelliklerinin bolca kullanıldığı, zaman zaman kağıt kesiği acısındaki düş serpintileriyle, hiç kuşkusuz sezonun başarılı çalışmaları arasında yer alan bir opera eseri olma özelliğini taşıyor. Orkestra, solistler ve koronun uyumu kadar lirik tınıları, dokunaklı aryaları, metamorfik anlatıların yer aldığı koreografisi, libretto ile müziğin harika uyumuyla  “Başka Dünya”  izleyicide, hoş tatlar bırakmakta.

Tarık Günersel’in ilk kez  Ali Baba ve Kırk Haramiler’de (1988), müthiş müzik dehası nedeniyle Cumhuriyetimizce Paris’te “harika çocuk” olarak müzik eğitimini geliştirmesi sağlanan Selman Ada ile başlayan ortak çalışması, hemen sonrasında ikilinin yine beraber hazırladıkları  Mavi Nokta poetik opera  (1993), Aşk-ı Memnu (2003) ve  Başka Dünya (2015) operalarıyla devam etmekte. Bir kez daha librettist ile bestecinin doku benzerliğinin yarattığı eşsiz bütünlüğü alımlıyoruz. Sahi, Tarık Günersel’in 2010’da yazdığı bir de bale librettosu var:Robinson. Zaten Günersel’in özgün piyesleri, çevirileri, uyarlamaları, performansları, oynadığı, yönettiği oyunlar diğer makalemizin ana konusu olarak, demi kıvamında hazırlandı. Burada sadece  Başka Dünya ile sınırlandırmaktan yanayız yazımızı. Yine de ufak bir parantez açalım yeri gelmişken: Geçtiğimiz  haftalarda Tarık Günersel ile söyleşi yapmıştık.O anlattı, biz not aldık. O anlattı biz heyecandan küçük dilimizi yuttuk bir an.. Hayattan, tiyatrodan, sanattan, eserlerinden, Shakespeare’in neden piyesçi olduğundan ve daha neler ve nelerden konuştuk, üç saat boyunca doludizgin sohbet ettik. Birkaç sayfa ötede o söyleşiye ulaşabilirsiniz.

Seneler önce yepyeni bir gezegenin varlığını keşfeden Bilgin, tutukevindedir nicedir. Suçludur, itham altındadır. Yargılı ya da yargısız olması önemli değildir infazının. Çıkışı yoktur. Sürek avı, tüm şiddetiyle devam etmektedir gezegende. Gökyüzü hep külrengidir artık. Mavinin tüm tonları kirlenmiştir. Kirletilmiştir hoyratça. Oysa bir başka dünyaya ihtiyaç duymaktadır Başkan ve yakın çevresi de. Yeni bir dünya. Ya müebbet tutukluğu devam edecek ya da o yeni dünyanın kapılarını açacaktır Bilgin.Başka seçeneği yoktur..zaten buyruğu yerine getirmemesi durumunda kızı Leyla’nın da hayatı tehlikeye girecektir. Çaresizdir. Unutulmuşluğu, bir köşede terk edilmişliği yaşayan Zeus o başka dünyaya sığınmıştır nicedir. Kimliksizdir bu defa. Kimsesizdir. Hera ve soytarısı dışında sadece birkaç tanıdık yüz vardır çevresinde o kadar. ”Nasıl kalabiliriz ki Dünya‘da insanlar bize inanmayınca?” demiş ve yazarın rüzgârdan hızlı kalemiyle kalkıp, bir saati gece, bir saati gündüz, havası eflatun olan o başka dünyaya gelivermiştir. Ama o sürgün acısı hep yedeğindedir. Kırk yüzyılda bir olsun  işe yarayabilecek bir plan düşünmeye başlar soytarı.

Caner Akgün, Alper Göçeri, Evren Ekşioğlu, Gübin K. Günay, Caner Akın, Erdem Erdoğan, Aylin Ateş, Nesrin Gönüldağ, Ahmet Baykara, A. Çağrı Köktekin, Göktuğ Alpaşar, Cengiz Arslan pürüzsüz ses, doğru beden dili kullanımıyla canlandırdıkları karakterlede son derece başarılılar. Ve orkestra şefi Lazarov’un özenli çalışması ve emeğini de elbette göz ardı edemeyiz.                                                                                                                                “IV.Mehmed üzerine yazdığım Zırhlı Kurt ile 17.yüzyıla, Namık Kemal’in Akif Beyi’inden hareketle yazdığım piyesle 1851’e, Halid Ziya Uşaklıgil / Aşk-ı Memnu uyarlaması ile 1900’e, Yakup Kadri Karaosmanoğlu/Kiralık Konak ile 1914-15’e ve Nahid Sırrı Örik / Yıldız Olmak Kolay Mı? ile de 1944’e değinmiştim. Yarım Bardak Su ile 1950-61 dönemini ele aldım. “Başka Dünya”, bu tarihsellik çerçevesinde geleceğe uzanan bir çalışma  oldu aslında.”

bskdnya

Kendi ifadesiyle, piyeslerini ”Mümkün olduğu kadar az oyuncu için yazmak, her oyuncuya hünerini sergileme fırsatı vermek” için hazırladığını belirten Tarık Günersel  bu ilkesini  “Başka Dünya”da da sürdürmüş. Kalabalık olmayan bir kadroyla harikalar yaratmış yine. Hayatı sanatla solumak böyle bir şey olmalı zaten.Bir sözcüğün, bir harfin başka dünyada birinin yüreğine, anılarına, yaşanmışlıklarına değeceğini bilmek de. Geriye sesini, sözünü, izini, gölgesini, nefesini bırakmış olmak da.

 

YAVUZ PAK – PINAR ÇEKİRGE

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.